Lunarpages

Amerika'nın Vergi Verdiği Tek Devlet - Osmanlı Devleti


A.B.D. bandıralı ticaret gemileri, Akdeniz de 1773 den itibaren seyretmeye başlamışlardı.

Fakat bilhassa Akdeniz tamamıyla Osmanlı Denizcileri nin kontrolünde idi.

Bu görevi, Cezayir Beylerbeyimize bağlı filolar sürdürüyordu. İste bu yüzden A.B.D. gemileri de, Cezayirli görevlilerle anlamsak mecburiyetinde idiler.

Yeni kurulan A.B.D. harp gemileri ise, kendi teknelerini gemilerini korumaktan uzaktılar.

Durumu gözden geçiren, Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti, Cezayir Beylerbeyimize müracaata karar verdi.

Yapılan müzakereler sonunda, anlaşmaya varildi ve 05 Eylül 1775 tarihinde bir anlaşma imzalandı.

Bu anlaşmaya göre; Amerika Birleşik Devletleri, her yıl Cezayir Beylerbeyi mize 642.000 Altın Dolar ve 12.000 Osmanlı Altını vergi ödemeyi kabul ve taahhüt etti.

Bu vergi anlaşması A.B.D. tarihinde, İngilizce dışında yabancı dille(Osmanlı Türkçesi) imzalanan tek anlaşmadır.

Ayrıca bu anlaşma Amerika nın, tarihleri boyunca başka bir devlete vergi ödemeyi taahhüt ettikleri tek antlaşmadır.

Anlaşma 35 sene sonra 1810 da İngiliz gemilerinindi devreye girmesiyle kendiliğinden fesholmuş.

Anlaşma fermanları karşılıklı olarak halen İstanbul'daki Deniz Müzesinde ve Washington müzesinde bulunuyor.

Anlaşmada ABD yi temsilen Başkan, Osmanlı'yı temsilen Padişah ve hatta sadrazam bile değil, şimdiki Vali statüsünde olan Beylerbeyinin imzası bulunuyor.

Bu tarihi vesikayı, devletleri adına imza eden görevliler :

George Washington (A.B.D. Başkanı) ve Hasan Paşa (Cezayir Beylerbeyi)
Ruh göçü Yunanistan'da "Orphik" denilen dini bir akıma paralel olarak ortaya çıkmıştır. Orphik kelimesi efsanevî bir şarkıcı olan Orpheus'un adından gelir. Ancak bu akımın adından çok, asıl kendisi dikkat çekicidir. Orphik dininin Tanrısı Yunanistan'a kuzeyden, Trakya'dan gelmiş olan Dionysos'tur. Tanrı huzurunda, bağ kütüğü (asma) kutsaldır.

Bir başka deyişle: Dionysos kendinden geçme ve sarhoşluk durumlarını kutsar. Bu dinin inananları kendinden geçme ve sarhoşluk durumunda Tanrıya tapınırlar. Oysa Homer döneminin Tanrıları, herşeyden önce, karşımıza idealleştirilmiş insan biçimlerinde görünürler.

Bu klâsik dönemde Tanrılara tapınmak için muhteşem ve aydınlık tapınaklar yapılır ve tapınmalar ölçülü törenler biçiminde olurdu. Yunanistan'ın klâsik dönemindeki tapınma biçimleri ile Dionysos dininin tapınma biçimleri, biri ötekinden kesinkes ayrıdır. Dionysos'a özellikle geceleri fener alayları düzenlenerek büyük bir coşku ile tapınılır. Bu tören sırasında özellikle kadınlar kendilerinden geçer (cezbe hali). Bu dinî inanışa göre, insan ancak kendinden geçerek Dionysos ile birleşebilir.

Orphik dinin bu tipik niteliğine birşey daha eklemeliyiz: Mythos'a göre Dionysos ölmüş ve sonra da yeniden dirilmiş olan bir Tanrıdır. Yani Dionysos, önce ölüme baş eğen, sonra da ölümün kucağından yaşam fışkırtan bir Tanrıdır. Ölen ve yeniden dirilen Tanrı kavramına tarih boyunca sürekli tanık oluyoruz. Ayrıca, dinler tarihinde bu kavram ile birlikte, böyle ölüp dinlen bir Tanrıya inanan kişilerin, kendilerinin de Tanrının ulaştığı sona ortak olacağı görüşü hâkimdir.

Yani, bu kişilerin de öldükten sonra yeniden dirileceği inancı vardır. İşte bu inanç Orphik dininin ana kavramını oluşturur. Bu din aynı zamanda ruhun evrimine de inanmayı gerektirir. Çünkü insan ölümden sonra yeniden dirildiğinde; insan, hayvan, bitki olarak çeşitli kılıklarda dünyaya gelebilir.
Selçuklu fetihleri arasında Doğu Anadolu'da kurulan Türk devletlerinden birisi Saltuklular'dır. Anadolu'nun fethinde görev alan kumandanlardan Ebul Kasım, Erzurum dolaylarını ele geçirmiş ve Sultan Alparslan onu bu bölgenin beyliğine tayin etmişti. Ebul Kasım 1102'de ölünce yerine oğlu Ali geçti ve Bey oldu. Ali'den sonra Bey olan İzzeddin Saltuk bu hanedanın en güçlü beyi oldu ve beylik onun adı ile yani "Saltuk Beyliği" olarak anıldı (1072).

Bu beylik önceleri Büyük Selçuklu Devleti'ne tâbi idi, fakat bu devletin zayıflamasından sonra, bağımsızlığını kazandı. Saltuklu Beyliği Kars, Bayburt, Oltu, Trabzon, İspir ve Tercan bölgelerini ele geçirerek gücünü arttırdı. Önce Gürcülerle, sonra Bizanslılarla yaptığı savaşlarda da başarılı sonuçlar elde etti. Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan'la ittifak kurarak kız alıp vermek suretiyle akrabalık kuruldu.

Saltuklu beyleri bir çok defa Gürcülere karşı savaştılar. Nitekim bunlardan İzzeddin Saltuk bu savaşların birisinde Gürcülere esir düşmüş (1153), öteki Türk beyleri tarafından 10.000 dinar verilmek suretiyle kurtarılmıştır.

İzzeddin Saltuk 1174'te ölünce yerine oğlu Muhammed Kızıl Arslan geçti. Kızıl Arslan Bey, 1195'te Erzurum önüne kadar gelen Gürcü kuvvetlerini mağlup etti.
İzzeddin Saltuk devrinde (1132-1168), Saltuklu Beyliği ülkesi Tercan'dan başlayarak Tâhir Gediği'ne kadar uzanmakta; Erzurum, Bayburd, Avnîk, Micingird, İspir, Oltu gibi şehir ve kasabaları kaplamakta idi. Nâsıreddîn Muhammed (1168-1191)'in ise, Irak Selçuklu sultanı III. Tuğrul'a ve asıl iktidarı elinde tutan Atabeg Kızıl Arslan'a tâbi olduğu anlaşılıyor.
Yine onun zamanında Gürcüler Erzurum önüne geldilerse de, bir muhasaraya girişmeden aldıkları ganimetlerle yetinerek geri döndüler. Bu devrin dikkati çeken bir olayı da bu hanedandan Muzaffereddîn Melikşâh adlı Saltuklu beyinin Gürcü kraliçesi Thamara ile evlenmesidir.

XII. yüzyılın ortalarından itibaren Türkiye Selçukluları ve Eyyûbî Devletleri, Doğu ve Güney-doğu Anadolu'daki beyliklerin varlıklarını tehdide başlamışlardı. O sırada Ulu Hakan olan Melikşah, Anadolu'da birliği korumak için bütün beylikleri itaat altına almak istiyordu. Süleymanşah da onun politikasını takip etti ve 1202'de Erzurum kalesini alarak Saltuklu Beyliği'ne son verdi (1202).

Saltuklular devrinde, Erzurum bölgesi imâr edilmiş ve zenginleşmiş bir durumda idi. Ayrıca bölgenin iktisâdî durumuna da bir canlılık getirmişlerdi. Saltuklulardan zamanımıza kadar bazı eserler de kalmıştır, bunlar Kale Mescidi, Tebsi Minare, Ulu Câmi ile bazı türbelerdir. Ayrıca Tercan'da bulunan Mama Hâtûn kervansarayı ve türbesi de zikre şayan Saltuklu eserlerindendir.






mengücekliler:

(Mengü: Türkçe "ebedî" manasına gelmekte, cük ise küçültme ekidir).

Mengücük Gazî'nin Malazgirt savaşına iştirak ettiği ve bu savaştan sonra Sultan Alp Arslan'ın Anadolu'yu zabtetmek için görevlendirdiği beyler arasında bulunduğu bilinmektedir. Türkmen beylerinden Mengücük, Anadolu'nun fethi sırasında Erzincan, Kemah, Divriği ve Karahisar'ı zaptetmişti. Kendisi bu çarpışmalarda şehit düştü. Oğlu İshak, 1118'de bu bölgede, babasının adını taşıyan beyliği kurdu.

İshak Bey, beyliğini korumak için Selçuklularla, Artuklu ve Danişmendli beylikleriyle mücadele etti. Fakat Artuklu Belek tarafından mağlup edildi (1120). İshak Bey 1142'de ölünce beylik ikiye ayrıldı. Oğullarından Davud, Kemah ve Erzincan'da, Süleyman ise Divriği'de kendi beyliklerini ilan ettiler.
Kültür ve sanatıyla iz bırakmış uzun ömürlü beyliklerden biri Artuklu Beyliği'dir. Oğuzların Döver boyundan ünlü bir Türkmen Beyi olan Artuk Bey, Anadolu'nun fethi sırasında büyük hizmetler görmüştü. Fakat, Tutuş'la Süleymanşah'ın arasındaki savaşta Tutuş'tan yana olarak savaşı ona kazandırmış ve Süleymanşah'ın intiharına sebep olmuştu. Tutuş, Artuk Bey'in yardımına karşılık olarak onu Kudüs valisi yapmıştı. Ölüm yılı olan 1091'e kadar bu görevde kaldı.

Artuk Bey ölünce Kudüs Fatımî'lerin eline geçti.Fakat Artuk Bey'in oğulları Sökmen ve İl-Gazi, Selçuklu hükümdarı tarafından kendilerine verilen bölgelerde beylikler kurdular.
Artuk Bey'in oğulları tarafından kurulan bu beylikler üç kol halinde gelişti.

1. Hısn Keyfâ ve Âmid,
2. Mardin ve Meyyâfârıkîn,
3. Harput'da
Üç kol halinde hüküm sürmüş bir Türkmen sülâlesidir.

Artuk Bey önce Sultan Alp Arslan'ın hizmetinde bulunmuş ve Malazgird savaşına da iştirak etmişti 1071 Anadolu'nun Türklere açılmasında rol oynayan emîrler arasında Artuk Bey de bulunuyordu. Daha sonra Artuk Bey, Sultan Melikşâh tarafından kendisine iktâ edilen Huvân'a çekildi. Ahsâ ve Bahreyn Karmatîlerini itaat altına almak görevini başarıyla sonuçlandırdı. Artuk Bey'in bir süre sonra Sultan Melikşâh'a küskünlüğü, Suriye Selçuklu Meliki Tutuş'un hizmetine girmesine yol açtı. Tutuş da ona Kudüs ve havalisinin valisi yaptı (1085-6).

Artuk Bey 1091 yılında bu şehirde öldü. Ancak oğulları Sökmen ve İlgazî Kudüs'ü muhafaza edemediler. Emîru'l-cüyûş Efdal kumandasındaki bir Fâtımî ordusu kırk günlük bir kuşatmadan sonra şehri aldı (1098).

Mu'în ed-Dîn Sökmen, Cezîret-i İbn Ömer sahibi Çökürmüş tarafından kuşatılan Musul hâkim Mûsâ'nın yardımına koştu ve bu hizmetine karşılık 10.000 dinar ve Hısn Keyfâ kalesini aldı. Böylece Sökmen, Artukluların "Hısn Keyfâ ve Sökmeniyye" denilen ilk şubesini kurmuş oldu (1102). Eyyûbî hükümdarı Melik Kâmil önce Âmid'i sonra da Hısn Keyfâ'yı zabt ederek Artukluların Hısn Keyfâ kolunu ortadan kaldırmıştı (1231-2).

Necmeddîn İlgazî Nisan 1105'de Bağdad şahneliğinden azledildikten sonra Mardin'e gelerek bu şehre hâkim olmuş ve burada Artukluların "Mardin veya İlgaziyye" denilen şubesini kurmuştur (1108). İlgazî yavaş yavaş bu bölgedeki Selçuklu topraklarına hâkim oldu, 1117'de Haleb'i ele geçirdi. Beraberinde Bitlis ve Erzen hâkimi Togan Arslan'ın bulunduğu 20.000 kişilik ordu ile harekete geçerek Tell Afrin savaşında Antakya persi Roger'in kumandası altındaki Haçlılara karşı büyük bir zafer kazandı (1119). Bunu Tell Danis'de Kral II. Baudouin'e karşı kazanılan takip etti. Selçuklu sultanı Mahmûd ise İlgazî'ye Meyyâfârıkîn şehrini iktâ etmişti (1121). Daha sonra Mardin Artukluları bazan Eyyûbîlere bazan da Tükriye Selçuklularına tâbi olarak varlığını sürdürdü. Kara Arslan el-Muzaffer (1260-1292) ise, Moğolların hâkimiyetini kabûl ederek barış yaptı.

O bu sayede hanedanın devamını sağladığı gibi Mardin şehrini de bir felaketten kurtarmıştı. Bu kolun son hükümdarı Melik el-Sâlih Mardin'i müdüfaa edemeyeceğini anlayınca bu şehri Karakoyunluların reisi Kara Yûsuf'a teslim etti (1409). Bu suretle Artuklular Devleti sona erdi.

Artukluların üçüncü kolu 1185 yılında Harput ve havalisinde kurulmuşsada fazla uzun ömürlü olmamıştı.Sultan I. Alâ ed-Dîn Keykubâd 1234 yılında Harput'u zabtederek, Artukluların bu koluna son vermişti.Artuklular büyük Türkmen kitlelerine dayanan bir Türk devleti idi. Bu sebepten millî teşkilât ve ananelerini muhafaza etmişlerdi. Alp, İnanç, Kutlug gibi eski Türkçe unvanları kullanmakla da bu ananelerini koruduklarını göstermişlerdir.
Artuklular devlet anlayışında eski Türk hukukuna göre devletin hanedanın ortak malı olduğu görüşün de uyguladılar. İlgazî ve Belek gibi kudretli şahsiyetlerin mevcudiyeti Artuklu Devleti'nin siyâsî birliğini sağlayabilmiş, aksi takdirde ayrı beylikler halinde hükün sürmüşlerdir.

Artuklu hükümdarları gerek Müslüman ve gerekse hristiyan halka adâletle hizmet etmişler, idareleri altındaki ülkelerde düzen ve emniyeti sağlamışlardı. Ayrıca ticarî ve iktisadî hayatın gelişmesine büyük ölçüde yardımcı oldular. Bu maksatla bazı şehirlerdeki ticarî vergileri kaldırmışlardır. Bu iktisadî gelişme mimarî eserlerden de anlaşılmaktadır.
Artuklular, bir kısmı bugüne kadar mevcudiyetlerini koruyan, birçok mimarî eserler sözgelişi; külliyeler, câmiler, medreseler, hamamlar, köprüler, sivil ve askerî yapılar yapmışlardır. Onların devrinde mimarîde görülen gelişme sebiyle bugün güney-doğu Anadolu bölgesinde her önemli eser Artuklulara bağlanmak istenmektedir.

Artuklu ülkesindeki Meyyâfârıkîn, Âmid ve Mardin gibi şehirler birer ilim ve kültür merkezi haline gelmişti. Bu hanedana mensup hükümdarlar ilim ve sanat adamlarını himâye etmişler, bunun neticesinde de onlar adına bazı eserler yazılmıştır.


çobanoğulları :

Çobanoğulları Beyliği, Kastamonu'da Türkiye Selçuklularının uç beyi (beylerbeyi) olarak bulunan, Oğuzların Kayı boyuna mensup Hüsâmeddîn Çoban tarafından kurulmuştu.
Sultan I. Alâ ed-Dîn Keykubâd, Çoban Bey'i deniz aşırı Suğdak (Kırım) seferi ile görevlendirilmişti (1225 veya 1227). Çoban Bey'in bu sefer sonunda kazandığı başarı neticesinde Kastamonu arazisinin hizmetine karşılık mükâfat olarak kendisine verilmiş ve bu tarihten itibaren beyliğin kurulmuş olması muhtemeldir. Onun ve oğlu Alp yürük (yürek) hakkında bilgimiz yok denecek kadar azdır. Daha sonra tahta geçen Muzaffer ed-Din Yavlak Arslan ise Türkiye Selçuklularına ve İlhanlılara tâbi idi. Bununla beraber Selçukluların taht mücadelelerine karışmış ve Rüdneddîn Kılıç Arslan'ı sultan ilân ederek bağımsızlığını kazanmak istemişti.

İlhanlı Geyhâtû, Sultan Mes'ûd ve Vezîr Necmeddîn idaresinde bir Selçuklu ve Moğol ordusunu Kastamonu üzerine gönderdi. Yapılan savaşta Yavlak Arslan öldü (1292). Selçuklu sultanı Mes'ûd bu savaşta kendisine yardımcı olan Şemseddîn Yaman Candâr'a Kastamonu ve havalisinin idaresini verdi. Ancak Yavlak Arslan'ın oğlu Nâsıreddîn Mahmûd bir süre daha Kastamonu'da hüküm sürdü. Nihayet Candâroğlu Süleymân Paşa bir baskınla Kastamonu'ya hâkim olmuş ve Çobanoğulları Beyliği'ne son vermişti (1309).
Çobanoğulları devrinde Kastamonu'da kültür ve imâr faaliyetleri çok ilerlemişti. Meşhur bilgin Kutbeddîn Şîrâzî "İhtiyârât el-Muzafferî" adlı eserini Musaffereddîn Yavlak Arslan'a ithaf etmişti.

Ayrıca Hoylu Hasan b. Abdülmümin eseri "Nüzhet el-Küttâb"ı Yavlak Arslan adına ve bu eserin muhtasarını ise Mahmûd Bey adına yazılmıştı. Çobanoğulları adına yazılmış başka eserlerde mevcuttur.
Çobanoğulları
1. Hüsâmeddin Çoban Bey
2. Alp-Yürek Bey
3. Muzaffereddin Yülük-Arslan Bey (1284-1292)
4. Nâsıreddin Mahmud Bey (1292-1320)
Türk mutasavvıfıdır (1210-1271). Bektaşî tarikatının kurucusu olan Hacı Bektaş Veli, Doğu İran'da Horasan bölgesindeki Nişapur kentinde doğdu. Horasan'dan Sivas'a geldi, sonra Amasya'ya giderek Baba İshak'a mürit ve halife oldu. Bir süre Kırşehir ve Kayseri'de kaldıktan sonra Hacıbektaş'a (eski Sulucakarahöyük) yerleşti.

Selçuklular zamanında dinî-askerî bir topluluk olan Bâcıyânı Rum topluluğu önderlerinden Hatun Ana'yı evlât edindi. Şeyhi Baba İshak'ın Selçuklulara karşı ayaklanması sırasında Baba İshak'la birlikte Hacı Bektaş'ın kardeşi Menteş de Sivas'ta öldürüldü.

Bektaşî Babası

Hacı Bektaş ayaklanmadan arta kalan Batınîleri çevresine toplayarak onlara baş oldu. Müritleri tarafından «kalenderler piri, abdallar serveri» sayıldı. Sonraları bütün şiîbatınî zümreleri içinde toplayan onun tarikatına Bektaşîlik adı verildi.

Hacı Bektaş, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan önce yaşadı ve öldü. Ama Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında Anadolu'da yaygın bir örgüt olan ahilikte her esnaf zümresinin kendini bir pir'e bağlaması gelenekti. Ahilerin seyfî (kılıçlı) kolu olan Alp Erenler de Hacı Bektaş'ı kendilerine pir edindiler; yeniçerilerin piri olduğu rivayeti bundan çıktı.

Bir Bektaşî dervişinin (Ali oğlu Musa) XV. yy.da yazdığı Bektaşi Velâyetnamesi Hacı Bektaş'ın hayatını olağanüstü menkıbelerle anlatır; onun çocukluğundan başlayarak birçok keramet gösterdiğini hikâye eder.

Bektaşî tarikatının merkezi, Nevşehir iline bağlı Hacıbektaş kasabasıdır. 1924 yılında tekkeler ve tarikatlar yasaklanıncaya kadar Müslüman dünyasındaki bütün Bektaşîlerin başı sayılan Hacı Bektaş Veli'nin, halifesi burada otururdu; Hacı Bektaş Veli burada gömülüdür. Hacıbektaş'ta bugün de bütün bölümleri yerli yerinde duran büyük bir Bektaşî dergâhı vardır.

Bektaşilik

Hz. Muhammet'i mürşit, halife Ali'yi rehber. Hacı Bektaş Veli'yi pir tanıyan bir tarikattır. Hacı Bektaş tarafından kurulmuş, esasları Hacı Bektaş'ın Makalât adlı eserinde anlatılmıştır Bu eserin Arapça aslı bulunamamıştır. XIV. yy.da yapılmış bir tercümesi vardır. Bunda hırka, sakalık erkâr miyanbestlik, dört tekbir, gülbank ve Bektaşiliğe ait bütün bilgiler bulunmaktadır.

Bektaşiler Caferi mezhebindendir. Peygamber ailesine aşırı sevgi duyar, Muharrem'de yas tutar, Ali'nin doğum günü saydıkları Nevruz'da bayram yapar, saz çalıp nefesler okurlar. Bektaşîlikte ahlâk verilen söze dayanır: «Elini tek, dilini pek, belini berk tut». Bektaşî şiir ve müziği de ünlüdür ve Türk şiir ve müziğinin önemli bir dalıdır.
Alâiye Beyleri Alâiye (Alanya)'de önce Karamanoğullarının bir kolu olarak, daha sonra da Memlûk Devleti'nin hâkimiyeti altında hüküm sürmüşlerdi. Bu beyliğin kurucularının Selçuklu sultanının kızının oğullarından geldiği şeklindeki rivâyet henüz ispat edilememiştir. Alâiye 1223 yılında Türkiye Selçuklu sultanı Alâ ed-Dîn Keykubâd tarafnıdan fethedildi. Türkiye Selçuklularının son yıllarında Alâiye, Karamanoğullarından Mecdeddîn Mahmûd'un eline geçti (1293). Bundan sonra adı geçen şehirde Karamanoğullarına bağlı beyler hüküm sürmeğe başladılar.

Karamanoğullarının bu şehir üzerindeki hâkimiyeti XIV. yüzyılın ikinci yarısında da devam etti. Nitekim Kıbrıs kralı Pierre 1266'da Alâiye'yi zabta teşebbüs etti ise de Karamanoğullarının yardıma gelmesi şehrin Türkler elinde kalmasını sağladı.
Karaman b. Savcı 1427 yılında Alâiye'yi beşbin altın karşılığında Memlûk Devleti'ne sattı. Bundan sonra adı geçen şehirde Memlûk Devleti'nin hâkimiyeti altında Karamaoğlu Mahmûd Bey'in torunları hüküm sürdüler. Nihayet Gedik Ahmed Paşa Alâiye'yi alarak Osmanlı Devleti topraklarına kattı (1471).

Alâiye işlek bir pazar yeri idi, ticarette kereste ihracatı mühim bir yer işgâl etmekteydi. Şehirde gemi yapan tezgahlar vardı ve ticaret dolayısıyla Alâiye beyleri zengin ve halkında mâlî durumu iyi idi.


aydınoğulları beyliği :


Aydınoğulları, Batı Anadolu'yu, Ege kıyılarını açan fâtih Türkmen beylerindendir. Gazi Umur Bey gibi Türkiye tarihinin büyük şahsiyetlerinden birini yetiştirmiştir. 1300'den 1390 Nisanına kadar önce 90 yıl, 28 temmuz 1402'den 1425'e kadar sonra da 23 yıl, cem'an 116 yıl sürmüştür. Nisan 1390'dan 28 temmuz 1402 'ye kadar Yıldırım Bâyezid zamanında 12 yıl, 3 ay, Osmanlı devletine katılmıştır. 1308'e kadar Selçukoğulları'na, 1335'e kadar İlhanlılar'a tabî, sonra müstakil olmuşlardır. 1308'den 1312'ye kadar da İlhanlılar'a tabî olan Germiyanoğulları'na tabî bulunmuşlardır. Zaten başlangıçta Aydın beyleri, Germiyanoğulları'nın hizmetinde idiler. 1403'te tekrar Osmanlılar'a tabî olmuşlar, bundan sonraki 22 yılda bazan tamamen Osmanlılar'a katılmışlar, bazan onlara baş kaldırmışlardır. Bu devreyi, Cüneyd Bey temsil eder.

Aydınoğulları Beyliği bilindiği gibi, Selçukluların uç beyliği olarak Aydın Bey tarafından kurulmuştur. 1308'den 1335'e kadar İlhanlılara tabi olmuş, daha sonra bazen bağımsız, bazen Osmanlılara tabi olarak yaşamışlardır. Aydın, İzmir'in bazı havzaları, Alaşehir, Salihli ve dolaylarında hüküm sürdüler. Bu beyliğin en ünlü hükümdarı Gazi Umur Bey idi. Kuvvetli bir donanma ile Adalar Denizine (Ege) hakim olmuştu. 1425'te Osmanlı topraklarına katıldı.
Bu beyliğin en önemli iskelesi Ayaslug (Selçuk) idi. Burada hazırlanan donanma ile etrafa baskınlar yapıyordu. Nitekim Mehmed Bey'in oğlu Umur Bey donanma ile Sakız, Bozcaada, Semadirek adası, Gümülcine havalisi, Adalar Denizi ve Mora sahillerine başarılı akınlar yapmış ve sahil İzmirini ele geçirmişti (1328). Onun bu başarılı faaliyetleri babasının ölümünden sonra beyliğin başına geçmesine zemin hazırladı (1334).

Umur Bey, Saruhanoğlu Süleymân Bey ile birlikte Yunanistan ve Mora'ya sefer yapmış, sayısız esir ve ganimetlerle İzmir'e dönmüştü (1335). Umur Bey Bizans ile dostça geçinmiş, onların seferlerine katılarak Karadeniz'e çıkmış, Kili ve Eflak ülkelerini yağmalamıştı (1339-40).

Ayrıca Bizans'taki taht mücadelelerine de karıştı. Aydınoğulları donanmasının Ege Denizi'ndeki faaliyetleri karşısında, Rodos şövalyeleri ticaretin aksamaması için İzmir'i vermek şartıyla Umur Bey ile anlaşmaya razı oldular, fakat bu anlaşma Papa tarafından tasdik edilmedi. Gazi Umur Bey bu sebeple İzmir'i zabtetmek isterken şehid düştü (1348).
Onun hükümdarlık süresi Aydınoğulları için her yönden önemli gelişmelerin görüldüğü parlak bir devre olmuştur. Umur Bey'in kardeşi Hızır Bey, ağabeyi gibi faal ve cesur bir hükümdar olmadığından Latinler ile ağır şartlarla bir anlaşma imzalamaya mecbur kaldı. Bundan sonra Aydınoğullarının faaliyeti durmuş ve beylik çökmeğe yüz tutmuştu. Kosova savaşında (1389), Osmanlı ordusunda bulunan yardımcı kuvvetler arasında Aydın oğullarınkiler de vardı. Bu savaşta Sultan I. Murad'ın şehit düşmesi üzerine Yıldırım Bayezid sultan olmuş, fakat ona karşı Karamanoğullarının teşviki ile Anadolu beyliklerinde bir hareket başlamıştı. Bu harekete Aydınoğulları da katıldı. Yıldırım Bayezid'in beylikleri itaat altına almak için çıktığı Anadolu seferinde Aydınoğulları Beyliği Osmanlılara tâbi oldu (1390).
Ankara'yı merkez edinen ve şehirle civarında teşekkül eyliyen Ahi hükümeti, bir derviş-esnaf cumhuriyeti olup, bir bakıma Ortaçağ İtalyan site cumhuriyetlerine benzemektedir. Takriben 1290'da başlamış, 1354'e kadar aşağı yukarı 64 yıl devam etmiştir. 1308'e kadar Selçukoğulları'na, 1335'e kadar İlhanlılar'a, sonra Eretnaoğulları'na, nihayet Karamanoğulları'na bağlanmıştır, hiç bir zaman tam müstakil olmamışlardır. 1354'te Osmanoğlu Gazi Süleyman Paşa (Rumeli Fâtihi olan Velîahd-Şehzâde), Ankara'yı fethetmiş, Osmanlı devletine bağlamıştır. Bir ara Ankara, Karamanoğulları'nın eline geçmişse de, hemen yetişen Süleyman Paşa'nın kardeşi I. Sultan Murad, Ankara'yı kesin şekilde almıştır.

Ankara, garip bir tecelli olarak 570 yıl kadar sonra, bu kere çok büyük bir Türk cumhuriyetine başkent olmuştur. Türkler'de cumhuriyet idaresi Atatürk'ten önce tamamen meçhul olduğu için, Ahi Cumhuriyeti dikkate değer. Ahiler, teşkilâtlanmış ve tasavvufî dervişlik esaslarına dayanan esnaf loncası başkanlarıdır. Osmanlı devletinin kuruluşunda rolleri mühimdir. Bununla beraber Ahi cumhurreislerinin, aynı aileden geldikleri anlaşılıyor. Ahi Şemseddin Yusuf Efendi'nin ailesi, çok nüfuz kazanmış olacaktır. Oğulları Ahi Hüseyin Efendi ile Ahi Kemâleddin Hasan Efendi'dir. Hüseyin Efendi'den sonra oğlu Mehmed Efendi, sonra onun oğlu II. Hüseyin Efendi'nin reis oldukları sanılıyor. II. Hüseyin Efendi'nin kardeşleri, Hasan ve Yusuf efendilerdir.

Aslı Akhî şeklinde yazılan Ahi kelimesinin Arabça kardeşim mânâsına geldiği gibi, Türkçe akı/akhı kelimesinden bozulduğu rivayeti üzerinde de durulabilir.

Ankara Ahî Cumhur Reisleri (1290?-1354 = 64?)
1. Ahi Hüsâmeddin I.Hüseyin Efendi (1290-1296)
2. Ahi Şerefeddin Mehmed Efendi (1296-1332)
3. Ahi II.Hüseyin Efendi (1327-1354)


dulkadiroğulları :


Büyük Anadolu Beyliklerinden biri idi. Dulkadiroğulları, Mısır'daki Türkmen Memluk devletleri arasında güçlü ve uzun ömürlü bir beylik olarak görülmüştür. Kurucusu, Dulkadıroğlu Zeyniddin Ahmed Karaca Bey'dir. Bazen Memlüklere, bazen Osmanlılara tabi olmuş, fakat en çok Osmanlılarla işbirliği yapmış ve Osmanlı sarayı ile akrabalık kurmuşlardır.

Elbistan başkent olmak üzere Maraş, Kayseri, Elazığ, Ayıntap, Malatya, Adıyaman vilayetlerinde hüküm sürdü. 1522 yılında Osmanlı topraklarına katıldı.
Dulkadırlılar Oğuzların Bozok kolundandır. Onların ilk reisi Zeyneddîn Karaca Bey, Eratna Bey'in elinden Elbistan'ı zabtetmiş ve Memlûk saltanı Melik el-Nâsır Muhammed'den nâiblik menşuru alarak Dulkadırlı Beyliği'ni kurmuştu.

Karaca Bey zaman zaman Memlûk sultanlarına itaat, bazan da onlardan ayrılarak Haleb şehrini tehdid ediyordu. Ayrıca Sis Ermeniler ile başarılı mücadelelerde bulunmuştu. Halep taraflarında da bir çok yer zapteden Karaca Bey bu başarılarına güvenerek "Melik üz-Zâhir" unvanı ile hüküdarlığını ilân etti (1348). Ancak Memlûk Devleti'ne isyan eden Haleb valisi Bay-Buğa'yı sultana teslim etmemesi onun ortadan kaldırılmasına yol açtı.
Karaca Bey'den sonra oğlu Halil Bey ve Mehmet bey Memlûklular tarafından Elbistân valiliğine tayin edildi.

Timur'un Elbistân, Malatya ve Besni'yi alıp tahribi üzerine Mehmed Bey ona itaate mecbur oldu. Mehmed Bey Çelebi Mehmed Sultan ile iyi münasebetlerde bulundu. Buna mukabil Ramazanoğulları ve Karamanoğulları'na karşı daimî surette savaştı. Memlûklular bu hizmetine karşılık ona Kayseri şehrini verdiler.

Mehmed Bey 1442den sonra yerine oğlu Süleymân Bey geçmişti. Süleyman Bey Osmanlılar ve Memlûklulara kız vererek akrabalık tesis etti ve bu devletlerle olan dostluğunu sürdürerek Dulkadırlı Beyliği'nin varlığını korudu. Daha sonra beyliğe zaman zaman Osmanlı ve Memlûklu Devletleri'nin müdahale ederek kendi adaylarını Dulkadırlı beyi tayin ettirmişlerdir. Alâaddin Devle Bozkurt Bey (1479-1515) Osmanlıların desteğini sağlayarak beyliğin başına geçmişti.

Ancak o da Osmanlılara cephe alınca. dört oğlu ile beraber öldürüldü. Yerine Ali bey tayin edildi. Ali Bey, Sultan I. Selim'in Mısır seferinde ve daha sonra Şam valisi Canberdi Gazâlî isyanında Osmanlılara önemli hizmetlerde bulundu, fakat kıskanç Ferhat Paşa'nın onu sultana fitnelemesi üzerine öldürüldü.

dukadiroğullarının başlıca şahsiyetleri :


Beyliğin kurucusu Zeyneddin Karaca Ahmed Bey, Hasan Dulkadır Beyin oğlu ve Halil Bey Türkmen'in torunudur. 11 Aralık 1353'te Kahire'de seksen üç yaşlarında öldürülmüştür. Orhan Gazi ile çağdaştır. Yerine oğulları Garseddin Halil ve Şaban Süli Beyler geçmiştir. Halil Bey, doksan altı yaşlarında öldürülmüştür. Süli Bey, Kadı Burhâneddin'in kızı Habîbe Selçuk Hatun'la evlenmiştir ki, bu Hatun 1447'de ölmüştür. Karaca Bey'in diğer oğulları Sârimeddin İbrahim, İsa, Osman, Dâvûd beylerdir, Dâvûd Bey'in oğlu Tuğruk Bey'dir. İbrahim Bey, 1416'da saltanata hak iddia etmiş ve Osmanlılar'a iltica eylemiştir. 1386'da Harput beyi olmuştur.

Süli Bey'in oğlu Sadaka Bey, 30 Mayıs 1398'den 2 Eylül 1399'a kadar l sene, 3 ay, 3 gün saltanata hak iddia etmiştir. Süli Bey'in 3 kızı vardır: Büyük kızı, Râhatoğlu Alâeddin Ali Bey'le, diğeri Kadı Burhâneddin'le, küçüğü de (Devlet Hatun), Yıldırım Sultan Bâyezid'le evlenmiştir.

Süli Bey'in yerine Halil Bey'in oğlu Nâsıreddin Mehmed Bey geçmiştir. 1443'te 77 yaşında ölünceye kadar 45 yıl saltanat sürmüştür. Kadı Burhâneddin'in kızı Mısır Hatun'la ve Râhatoğlu Alâeddin Ali Bey'in kızı ile evliydi. Kardeşi Ali Bey'in oğlu Hamza Bey, 1436'da ölmüştür.

Mehmed Bey'in yerine büyük oğlu Süleyman Bey geçmiştir. 1454'te öldürülmüştür. Kardeşleri 1500'de ölen Elbistan beyi Rüstem Bey (bunun kızı Şems Hatun'dur), Dâvûd Bey, 1440 sıralarında genç ölen Feyyaz Bey'dir. 3 de kızkardeşi vardır: Emine Hatun, Çelebi Sultan Mehmed'le evlenmiştir. Bu izdivaçtan Fâtih'in babası II. Sultan Murad doğmuştur. Diğer kızı, Mısır-Suriye Türk-Memlûk İmparatoru Sultan Çakmak'la, öbürü de Memlûk emirlerinden Câne Bey Sûfî ile 1437'de evlenmiştir.

Süleyman Bey'in yerine sırasıyla 4 oğlu Melik Arslan, Şâh Budak, Şehsuvâr ve Alâuddevle Bozkurd Beyler geçmiştir. Süleyman Bey'in diğer çocukları 1516'da Osmanlılar'ın Köstendil sancakbeyi iken ölen Abdürrezzak Bey, İsa Bey, Hudâdâd Bey, Yahya Bey, Erduvâne Bey, Selmân Bey, Yûnus Bey, Moğol Bey'dir. Kızları, Sitti Hatun, 1449'da Edirne'de müstakbel Fâtih Sultan Mehmed'le evlenmiştir; esasen Fâtih'in büyük dayısının kızı olur. 1467'de Edirne'de ölmüş ve birçok hayır eseri yaptırmıştır. Şehsuvâr Bey, 1472 Ağustosunda Kahire'de ölmüş, yerine ikinci kere kardeşi Şâh Budak Bey tahta geçmiştir. Şâh Budak Bey, tahttan indirildikten sonra 1492 yıllarında ölmüştür. Oğulları 1516'da Memlûkler'in Humus valisi iken öldürülen Zeyneddin Melik Arslan Bey'le 1484'te amcası Bozkurd Bey tarafından gözlerine mil çektirilen Şâh Kubâd Bey'dir.

Bozkurd Bey, 12 haziran 1515'te 87 yaşında ölmüştür. Bu hanedan azasının çok yaşadıkları anlaşılmaktadır. Yerine Şehsuvâr Bey'in oğlu Ali Bey geçmiştir. Paşa titri ile Osmanlılar'ın Dulkadır denen Maraş beylerbeyisi iken 1522'de oğulları Sarı Arslan, Dîvâne Veled, Üveys Beyler ile beraber öldürülmüştür. Onunla Dulkadıroğulları bitmiştir. Kardeşi Kasım Bey, Osmanlılar'ın Sultânönü yani Eskişehir sancakbeyi idi.

Yavuz'un ana tarafından büyükbabası olan Bozkurd Bey'in çocukları, Kırşehir sancakbeyi olup amcası Şâh Budak Bey tarafından 1472'de gözlerine mil çektirilen Şâhruh Bey, Hısn-ı Mansûr (Adıyaman) beyi Durak Bey, Osmanlılar'ın Bozok yani Yozgat sancakbeyi olup 1514'te öldürülen Süleyman Bey, 1507'de öldürülen Erduvâne Bey, aynı yıl öldürülen Sarı Kaplan Kasım Bey, Ahmed Bey, Şah ismail Safevî'nin talip olduğu Beğli Hatun, 1506'da Memlûk emîri Kayıtmerk Bey'le evlenen bir Hatun, nihayet 1469 civarında müstakbel II. Sultan Bâyezid'le evlenip Yavuz Sultan Selim'i doğuran ve Trabzon'da Yavuz sancakbeyi iken ölen Ayşe Hatun'dur.Şâhruh Bey'in oğulları Mehmed Han, Ali ve Ahmed beylerdir. Mehmed Han Paşa, 1569'da Osmanlı beylerbeyi ve hanedan reisi olarak ölmüştür. Ali Bey de sancakbeyi olup 1536'ya doğru ölmüştür. Ali Bey'in oğlu Kara Han Bey, onun da oğlu Cafer Bey'dir. Cafer Bey, Çorum sancakbeyi idi; 1600'e doğru Kayseri'de ölmüştür.

Dulkadıroğulları
1. Dulkadıroğlu Zeyneddin Ahmed Karaca Bey (1337-1353)
2. Garseddin Halil Bey (1386 = 33)
3. Şâban Süli Bey (1386-1398)
4. Nâsıreddin Mehmed Bey (1398-1443)
5. Süleyman Bey (1443-1454)
6. Melik-Arslan Bey (1454-1466)
7. Şâh-Budak Bey (1466-1468/1472-1480)
8. Şehsuvâr Bey (1468-1472)
9. Alâuddevle Bozkurd Bey (1480-1515)
10. Ali Bey (Paşa) (1515-1522)
Bundan sonra Dulkadırlı toprakları Osmanlıların bir beylerbeyliği oldu (1522).
Dulkadıroğulları başlıca merkezleri Maraş ve Elbistân olmak üzere birçok şehirlerde imâr faaliyetlerinde bulunmuşlardı. Bugün halen onlardan kalmış olan; Elbistan Ulu Câmii, Maraş Ulu Câmii, Maraş Hâtûniye Câmii, Dârende Ulu Câmii, Gaziantep Alâeddevle Câmii, Maraş İklime Hâtûn Mescidi, Kayseri Hâtûniye Medresesi, Maraş Taş Medrese Künbeti ve Hacı Bektaş Balım Sultan Kümbeti gibi eserler vardır.
Eratnaoğulları, İlhanlıların Anadolu'da en mühim vârisi olmuştur. Devlet, 1327-1380 arasında 53 yıl sürdü. 1327-1335 arasındaki sekiz yılda Eretna Bey, İlhanlılar'ın Anadolu umumî valisi idi. 1335'te istiklâl kazandı. Fakat 1338-1343 arasında 5 yıl Memlûkler'e tabî olmaya mecbur bulundu. Bu tarihten sonra istiklâlini devam ettirdi. Önce Sivas olan başkent, sonra Kayseri'ye nakledildi. Bütün Anadolu Türk devletleri gibi Sünnî/Hanefî mezhebinden olan Eretna devletinin kurucusu Eretna veya Ertana Bey (aslı Ertene'dir, fakat Uygur metinlerinde "Aratna" şekli de vardır), Türkmen olmayıp İlhanlı hizmetinde Uygur beylerindendir. Babası Cafer Bey de Kayseri'de ölmüştür. Eretnaoğulları ile bu suretle Anadolu'ya bir miktar Uygur Türkü de girmiştir

Devlette babadan oğula 4 hükümdar gelip geçmiş, kendilerini İlhanlılar'ın meşru halefi sayan bu hükümdarlar "sultân" unvanını takınmışlar, fakat daha çok "Bey" diye anılmışlardır. Bunlar sırasıyla Eretna, Mehmed, Ali ve II. Mehmed Beyler'dir. Eretna Bey, kızkardeşini meşhur İlhanlı kumandanı Emîr Çoban'ın oğlu Emîr Demirtaş'a vermiştir. Halası ile Karamanoğulları'nın atası Nûre-Sûfî Bey ile evliydi. Erkek kardeşi Barak Bey'in oğlu Mutahharten Bey, Yıldırım Bâyezid-Timur mücadelesinde Timur'un safında mühim rol oynamış, 1375 yıllarından 1404'e kadar takriben 29 yıl Erzincan beyi olmuştur. Mutahharten Bey, 1379 sıralarında Erzurum beyi de bulunmuştur. Erzincan 1401 Temmuzundan 28 Temmuz 1402'ye kadar l yıl Osmanoğulları'na geçmiş, Mutahharten, Timur'a sığınmıştır. Mutahharten Bey, ilk zamanlarda Bayburd beyi idi.

Bu beyliğin kurucusu Eretna, Uygur Türkleri'nden olup Moğollar'ın Anadolu valisi Timurtaş'ın maiyyetinde idi. Orta Anadolu'da XIV. yüzyıl ortalarına doğru kurulmuş olan bir beyliktirTimurtaş, Anadolu'yu istilâ ile yayılma hareketine girişmiş, fakat babası Emir Çoban'ın İlhanlı hükümdarı Ebû Said Bahadır (1317-1335) ile arasının açılması neticesinde Mısır'a kaçmış ve yerine Eretna'yı vekil bırakmıştı (1328).Timurtaş'ın yerine Büyük şeyh Hasan Celâyirî Anadolu valisi tayin edildi. Eretna memleket işlerini iyi bildiğinden dolayı yine iş başında kaldı. Ebû Said Bahadır'ın evlât bırakmadan ölümü üzerine meydana çıkan karışıklıklardan faydalanarak Moğol ülkesinde kendisine bir yer kapmak isteyen Büyük şeyh Hasan İran'a gitmiş ve Eretna Anadolu'da onun vekili olarak kalmıştır. Daha sonra Irak'ta yerleşen Büyük Şeyh Hasan'dan ümidini kesen Eretna, Memlûk Sultanı Melik Nâsır'a (1309-1340) müracaatla onun himayesine girmiştir (1338).

Azerbaycan'da durumu kuvvetlenen Timurtaş'ın oğlu Küçük Şeyh Hasan'ın itaat teklifini Eretna kabul etmedi. Küçük şeyh Hasan Anadolu'nun doğusunu alarak beraberinde hükümdar ilân ettiği Süleyman ile Eretna'nın üzerine yürüdü. İki ordu Sivas ile Erzincan arasındaki Karanbük'de karşılaştılar. Bu savaşta Eretna galip gelmiş ve çok ganimet almıştır (1343).Eretna'nın bu savaştan sonra nüfuz ve şöhreti artmış, Alâeddîn ünvanı ile sultanlığını ilân etmiştir (1344). O, aşağı yukarı bütün Orta Anadolu'ya hâkim olmuştur. Devletin başkenti önce Sivas sonra Kayseri idi. Ülkesini gayet iyi ve âdilane surette idare etmiştir. Eretna 1352 yılında ölmüştür. Yerine onun emirlerinin aldığı kararla küçük Gıyaseddîn Mehmed hükümdar ilân edildi. Büyük oğlu Cafer muhalefete kalkıştıysa da yenilerek Mısır'a kaçtı.

Mehmed Bey genç olduğundan devlet idaresi vezir Ali şah'ın elindeydi. Çok geçmeden Ali şah isyan etti. Mehmed Memlûkler'in yardımı ile onu yendi, Ali şah savaşta öldü (1364). Ancak Amasya Emiri Hacı Şadgeldi Paşa'nın tahriki ile harekete geçen beyler Mehmed Bey'i Kayseri'de öldürdüler. Yerine küçük yaştaki oğlu Alâeddîn Ali hükümdar oldu (1365). Bu karışık durumdan faydalanan Karamanoğulları Niğde ve Aksaray'ı ele geçirdiler. Memleketteki valiler ise kendi başlarına harekete başlamışlardı. Karamanoğulları Kayseri'yi aldığı zaman Ali Bey Sivas'a kaçtı.

Eretnaoğulları devleti, en geniş şekliyle, Türkiye'nin şimdiki şu vilâyetlerini kaplıyordu: Ankara, Kırşehir, Nevşehir, Yozgat, Tokat, Çorum, Amasya, Niğde, Kayseri, Sivas, Erzincan, Erzurum, Tunceli, Samsun, Gümüşhane, Güney Giresun, Kuzey Malatya (asıl Giresun ve Malatya şehirleri dahil değil). Bu arazi, 214.000 km2 etmektedir. 1360'a doğru devlet, ancak 142.000 km2 bir yer işgal etmekteydi ve Ankara, Niğde, Kırşehir, Nevşehir, Samsun gibi birçok yerleri, Anadolu Beylikleri'ne kaptırmıştı.

Kadı Burhaneddin, şehri Karamanoğulları'ndan geri almayı başardı. Ali Bey Kadı Burhaneddîn'i vezir ilân etmesine rağmen devlet idaresinde başarılı olamadı
Ali Bey 1380 yılına kadar ismen hüküm sürdü ve bu tarihte Kazâbâd'da vebadan öldü. Yerine henüz 7 yaşındaki oğlu Mehmed hükümdar oldu. Şarkî Karahisar Valisi Kılıçarslan'ı ona naib yaptılar. Fakat bir müddet sonra Kadı Burhaneddîn, Kılıçarslan'ı öldürerek niyabeti ele aldı ve çok geçmeden de 1381'de Mehmed Bey'i tahttan uzaklaştırarak sultanlığını ilân etti ve bu suretle Eretna devleti sona erdi.Eretna Beyliği'nden Sivas Güdük Minare, Kayseri Köşk Medrese, Kayseri Sırçalı Kümbet ve Ali Cafer Kümbeti, Niğde Sungur Ağa Câmii ve kümbeti gibi eserler zamanımıza kadar gelmiştir.



eşrefoğulları :

Eşrefoğulları, 13. yüzyılın ikinci yarısında Beyşehir ve Seydişehir taraflarında kurulmuş bir Türk Beyliği'dir. Beyliğin kurucusu Seyfeddîn Süleyman b. Eşref, Türkiye Selçuklularının uç beyi idi. Selçuklu sultanı III. Gıyâseddîn Keyhüsrev, İlhanlı sultanı tarafından öldürülmüş 1284 ve yerine II. Gıyâseddîn Mes'ûd geçmişti.

Öldürülen sultanın annesi, iki torunu için Eşrefoğullarından yardım isteyerek Konya'ya çağırdı. Eşrefoğlu'na saltanat nâibliği verildi. Bu şehzâdeler 13 Mayıs 1285'de tahta çıkarıldı. Fakat bir ay sonra Selçuklu ordusunun gelmesi üzerine Eşrefoğulları tekrar Beyşehir bölgesine çekildiler. Daha sonra Eşrefoğulları Sultan II. Gıyâseddîn Mes'ûd ile barışmış ve Konya'ya giderek itaat arz etmişlerdir. Bu arada beyliğin merkezi ise Beyşehir olmuştu.

İlhanlı beylerbeyi Emîr Çoban'a itaat edenler arasında Eşrefoğlu Mehmed Bey de vardı (1314). Mehmed Bey'den sonra emîr olan II. Süleymân-şâh zamanında ise, uclarda bağımsızlıklarını korumağa çalışan beyliklere karşı Moğol valisi Timurtaş harekete geçti. Timurtaş, Beyşehri zabt ve yağma etmiş, II. Süleymân-şâh'ı Beyşehir gölüne attırmak suretiyle öldürtmüştür (1326). Bu suretle Eşrefoğulları Beyliği sona ermiştir.
Eşrefoğulları mimârî eserlerinden Seyfeddîn Bey'in Beyşehir'de yaptığı câmii ve mihrabı çok güzel olup, Selçuklu mimârîsinin bir devamıdır.
İki ana bölüm vardır. Birincisi, hepsi birbirine benzeyen 13 eski mezheptir. İkincisi Şinto Eyaleti olarak bilinir ve en yüce ifadelerini İmparatora tapmada ve Eyalet ile aileye sadakatte bulan sonraki sentezlerdir Şinto'ya ("Ruhların Yolu" nu işaret eden Çin karakterleri Şin ve Tao'dan alınmıştır) anavatanı Japonya'da Kamonomiçi denmektedir, Kami çok Tanrı ya da doğa ruhları demektir.

Şinto türbeleri Japonya'da 100.000'in üzerindedir. Türbelerde hiçbir resme tapılmaz; Kamilerin orada olduğu farz edilir. Sunak üzerine günlük olarak taze yiyecekler, su, tütsü vb. şeyler konur. Tüm evrenin kutsallığında içsel bir inanç vardır ve insan bu kutsallıkla uyum içinde olabilir. İnsanın, gizli tanrısal yapısını gizleyen "tozu" kaldırabileceği saflaşmaya ve doğruluğa önem verir. Bu sayede Kamilerin kılavuzluğunu ve rahmetini elde edebilecektir.

Şintoistin anavatanına yönelik hararetli sevgisi, Japon halkının kendi ülkelerine olan bağlılığında ifadesini bulmaktadır. Şintoizm yaklaşık 2500-3000 yıl önce ortaya çıktı. 13 eski mezhebin her birinin kendi kurucusu vardır. Kutsal metinleri, Japonya Kayıtları Kokiji (Eski Olayların Kayıdı) Nikorg Yengişiki (Yengi döneminin Enstitüleri)'dir.
Katolik Kilisesi'nin bozulması ve dini amaçlardan uzaklaşması üzerine 16. yüzyılda Almanya'da başlayarak diğer Avrupa Ülkelerine yayılan dini alandaki yeniliklere Reform denilmiştir.

Reform'un Nedenleri

Katolik Kilisesi'nin bozulması ve ıslahat fikrinin yayılması.

Hümanizm sayesinde Hıristiyanlığın kaynaklarına inilmesi, İncil'in milli dillere çevrilerek temel ilkelerin ortaya konulması.

Matbaanın yaygınlaşması ile okuma-yazma bilenlerin artması üzerine Katolik Mezhebi'nin sorgulanmaya başlanması.

Endülüjans sorununun ortaya çıkması, para karşılığında kilisenin günahları affetmesi.

Rönesans hareketlerinin etkisi.

Reform hareketlerinin ilk defa başladığı Almanya'da siyasal birlik olmaması ve Almanya'daki prenslerin dinde yenilik isteyenleri desteklemesi.

1517'li yıllarda Reform düşüncesi Almanya'da Martin Luther tarafından ortaya atıldı. Sonunda Luther'in görüşleriyle Protestanlık mezhebi doğdu. Protestanlar ve Katolikler arasında mücadeleler Ogsburg Antlaşması ile sona erdi (1555). Buna göre; Protestanlık Mezhebi ve Kilisesi kesin olarak kabul edilmiştir.

Alman prensleri istedikleri mezhebi seçme ve kendi topluluklarına kabul ettirme konusunda serbest oldular. Prensler, kendi ülkelerinde din işlerinin mutlak hakimi haline geldiler. Prenslerin mezheplerini kabul etmeyen Almanların başka yerlere göç etmesine izin verildi. Almanya'da başlayan Reform hareketleri İngiltere, Fransa, İsveç, Norveç ve Danimarka gibi ülkelere de yayılmıştır.

Reform'un Sonuçları

Avrupa'da mezhep birliği bozuldu. Katolik ve Ortodoks Mezhepleri yanında Protestanlık, Kalvenizm ve Anglikanizm mezhepleri ortaya çıktı, mezhepler arasında çatışmalar başladı.

Din adamları ve kilise, eski itibarını kaybetti.

Katolik Kilisesi, kendisini yenilemek ve düzenlemek zorunda kaldı.

Eğitim-öğretim faaliyetleri kiliseden alınarak laik bir eğitim sistemi kuruldu.

Katolik Kilisesi'nden ayrılan ülkelerde kilisenin mallarına ve topraklarına el konuldu.

Papa ve kilisenin Avrupa Ülkelerinin kralları üzerindeki etkisi sona erdi ve Avrupa'da siyasal bölünmeler yaşandı. Çünkü Ortaçağ'da Papa, Avrupa krallarına taç giydirerek onların krallıklarını onaylıyor ve yönlendirebiliyordu. Papanın bu gücü kaybetmesi, Haçlı Seferleri'nin düzenlenmesini engellemiştir.

Katolik kalan ülkelerde yeni mezheplerle mücadele etmek amacıyla Engizisyon Mahkemeleri kuruldu.

Protestan krallar ve prensler, din işlerinin mutlak hakimi oldular.

Reform hareketleri, Avrupa'yı siyasi yönden zarara uğratmıştır. Şarlken'in Osmanlı Devleti üzerine yapmayı planladığı Haçlı Seferi bölünmelerden dolayı gerçekleşmemiştir.

Mezhep savaşları, Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da ilerlemesini kolaylaştırmıştır.

Osmanlı Devleti içerisinde yaşayan Gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu Hıristiyandı. Osmanlı Devleti bunlara inanç ve din konularında serbestlik tanıyarak geniş haklar verdi. Osmanlı'da dini bakımdan bağımsız olan Hıristiyan Toplumu, Avrupa'daki mezhep kavgalarından etkilenmedi. Bunda Osmanlı Devleti'nin Hıristiyan halkı kilisenin suistimallerine karşı koruması etkili olmuştur.
Tarih boyunca İslam’a en büyük düşmanlığı İngilizlerin yapmış olduğunu görürüz. Günümüzde ise Amerika, yeni düşman addettiği İslam’a ve İslam dünyasına karşı ahlaksızca saldırırken İngilizler bu saldırılara ve Amerikan projelerine tam destek vermekte ve Amerika ile omuz omuza hareket etmektedirler. Bu yazımızda, Çanakkale savaşında İngilizlerin yaptığı alçaklıkların bazılarını inceleyecek ve bu alçaklıkların günümüzdeki versiyonlarına dikkat çekeceğiz.



İngilizler Çanakkale için sömürgeleri altında olan müslüman ülkelerden asker topluyorlardı. Saf müslümanları, “Sizin halifenizi Almanlar kaçırdı. Biz, sizin halifenizi kurtarmak için Almanlarla savaşıyoruz.” diyerek kandıran İngilizler, bu yalana kanmayan müslümanları, ailelerini öldürmekle tehdit ederek zorla cepheye sürdü. Gelmek istemeyenleri ise öldürdüler. İngiliz’in oyununa gelen müslüman askerler Çanakkale’de, Türklerle savaştıklarından habersiz harp ediyorlardı.



Bir bayram sabahı ilahî bir lütuf olarak Türk siperlerinin üzerini bulutlar kapamıştı. Düşmanın, siperlerimizi gözetleme imkanı ortadan kalkmıştı. Askerlerimiz çok sevinmişti. Zira bayram namazı kılmayı çok arzu ediyorlar fakat komutanları, toplu halde namaz kılmanın düşman için bulunmaz bir fırsat olacağını söyleyerek müsaade etmiyordu. Siperlerimiz bulutlarla kapandığına göre artık namaz kılınabilirdi. Komutanından erine hep beraber saf tuttular ve vecd içinde namaza durdular. Bayram namazını kıldıktan sonra hep bir ağızdan şevkle tekbir getirmeye başladılar. Bu sırada düşman siperlerinden gürültü, arkasından da silah sesleri gelmeye başladı. Meğer, kendileri gibi müslümanlarla savaştıklarını anlayan kandırılmış askerler, düşman siperlerinde karışıklık çıkarmışlardı. İngilizler de onların bir kısmını kurşuna dizmiş, bir kısmını da cephe gerisine çekmişti.



Müslüman askerleri kandırarak cepheye süren İngilizler, müslüman olmayan Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkeleri de propaganda yolu ile kandırıyordu. Hıristiyan devletlerine, dünyayı barbar Türklerden kurtarmanın zamanı gelmiştir, diyorlar. Bu savaşın aynı zamanda bir haçlı savaşı olduğunu ifade ediyorlardı. Avustralya ve Yeni Zelanda’dan gelen Anzak askerleri de İngilizler tarafından kandırılmıştı. Çanakkale savaşında Türklerin kahramanlığı gibi insanlığına da hayran kalan Anzak askerleri İngiliz kalleşinin gerçek yüzünü görüyordu. Nitekim İngilizler onlara “Türkler yamyamdır. İnsan eti yerler. Dünyayı bu yamyamlardan kurtarmak için savaşıyoruz” şeklinde propagandalar yapmışlardır. Fakat onlar cephede gördüler ki Mehmetçik kendi hayatını tehlikeye atarak düşman askerini kurtarabilecek kadar, kendi yaralı iken düşman askerinin yarasını sarabilecek kadar, kendi bayat ekmek yerken düşman esirine taze ekmek yedirebilecek kadar insanlığın zirvesindedir. Çanakkale’ye gelirken Türklerden nefret eden Anzaklar, Türklere hayran kalarak memleketlerine dönmüşlerdir.



İngilizlerin Çanakkale’de yaptıkları âdiliklerden birisi de kimyasal gaz kullanma teşebbüsleridir. Bu insanlık cinayeti, Lordlar Kamerasında Çörçil tarafından gündeme getirilmişti. Bunun bir insanlık suçu olduğu vurgulanınca Çörçil, “Türkler insan değildir. Bu yüzden gaz kullanmamızda bir sakınca yoktur” diyerek oradakileri ikna etmişti. Varillerle kimyasal gazlar gemilere yüklenip Çanakkale’ye sevk edildi. Rüzgar, mevsimin özelliğinden dolayı denizden karaya doğru esiyordu. Varillerin kapaklarını açacaklar, rüzgarın etkisiyle karaya doğru esen gazlar Türkleri zehirleyecekti. Fakat Müslüman Türk’e olan ilahî yardım İngilizlerin hesabını bozmuştu. Variller Çanakkale’ye ulaşınca rüzgar yön değiştirmiş, karadan denize doğru esmeye başlamıştı. Bu durum savaş boyunca devam etti.



Zehirli gaz kullanmaya muvaffak olamayan İngilizler başka bir kalleşliğe, başka bir insanlık suçuna imza atmayı başardılar. 28 Haziran 1915 gecesi direk, Sargı Yeri Hastanesini hedef alarak, çoğu parmağını bile kıpırdatamayacak kadar ağır yaralı olan 18.000 yaralı askerimizi şehit ettiler. Mehmetçiğimiz onların hastane gemilerinin hiçbirine tek kurşun bile atmazken, buna mukabil düşmanın yaralı askerlerini bile büyük bir şefkatle tedavi ederken İngilizler Ortaçağdan kalma vahşiliklerini pervasızca sergiliyorlardı. Bir savaş ve insanlık suçu işleyerek 18.000 savunmasız insanı katlediyorlardı.



Çanakkale’de İngilizler ve müttefikleri mağlup oldular. Savaş bitti, fakat İngiliz hilesi bitmedi. Savaştan sonra İngilizler Londra’nın iki önemli caddesine, Oxford ve Cambridge caddelerine birer heykel dikmişlerdi. Hâlen mevcut olan bu heykellerde, Osmanlı askerinin süngüsünün ucunda bir İngiliz askeri tasvir edilmekte ve altında şu ifadeler yazmaktadır: “Türkler, Çanakkale’de babanı böyle öldürdüler”



Şu ikiyüzlü İngilizlere bakın. Aldatmacaları ile yetmiş iki milleti peşlerine takıp dev zırhlılarla, dünyanın bir ucundan gelip ülkemizi işgal etmeye çalışıyorlar, her türlü imkansızlığa mukabil göğüslerindeki imanla savaşan Mehmetçiğe ölüm kusuyorlar, buna mukabil vatanını savunan Türkler hunhar, saldırgan İngilizler mazlum oluyor.



Bugün de yapılan şeyler dün yaşadıklarımızın benzeridir. Dünyanın bir ucundan kalkıp gelen Amerika ve İngiltere, Ortadoğu’yu işgal etmeye çalışmakta, buna mukabil ülkesini savunmaya çalışan bir avuç direnişçiye terörist damgasını vurmaktadırlar. Irak’ın işgalinde yeniden görüldüğü üzere öncelikle müslümanı müslümana kırdırmayı hedeflemektedirler. Bu yüzden etnik farklılıkları ve mezhep farklılıklarını ön plana çıkarmakta, müslümanların birbirine düşmesine çalışmaktadırlar. Dünyayı yanlarına alabilmek için müslüman ülkelerde kimyasal silah olduğunu ve bu ülkelerin dünya barışını tehdit ettiğini iddia etmektedirler. Halbuki dünyayı asıl tehdit eden kendileridir. Nitekim Amerika, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atarak yüz binlerce masum insanı buharlaştırmış, İngiltere ise başarılı olamasa da Çanakkale’de gaz kullanmaya teşebbüs etmiştir. Kimyasal silah kullanmadan yana sabıka dosyaları kabarık olan saldırgan müttefikler, kendilerinin, dünyanın en korkunç kimyasal ve nükleer silahlarına sahip olmasında herhangi bir sakınca görmemekte buna mukabil bir müslüman ülkede bu silahların olabilme ihtimaline bile savaş açabilmektedir. Hayalî gerekçelerle müslüman ülkeleri işgal edebilmektedirler.



Gerek İngilizler, gerek Amerika ve gerekse diğer batılı devletler dün ne iseler bugün de aynısıdırlar. Tarihten ibret alıp yanlış adım atmamamız gerekmektedir. Maalesef bizim içimizde de Amerika, İngiltere ve batılı devletlerle hareket etmeyi savunan gafiller bulunmaktadır. Ziya Gökalp’in bu hususta öğüt veren şu dörtlüğü dikkat çekicidir:



Kardeş dalgın çıkma yola
Bir yol tut ki emin ola
Önde varsa bir İngiliz,
Gitme sakın, fena bir iz.



Şu gerçeği asla unutmayalım ki İngiliz’in, Amerika’nın veya AB’nin izinden gitmek bize az şey kazandıracak fakat çok şey kaybettirecektir. Kaybedeceğimiz şeylerin en büyüğü ise Müslümanlıkla ve Türklükle yoğrulmuş millî şahsiyetimiz olacaktır. Unutmayalım ki, millî şahsiyetini kaybeden milletler millî hakimiyetlerini de kaybetmiş demektir...
III. Mehmet zamaninda Avusturya'ya karsi devam ettirilen savaslarda Egri, Kanije ve Haçova zaferleri elde edilmisse de I. Ahmet (1604-1617), Zitvatorok Antlasmasini imzalayarak (1606), Osmanlinin, Avrupa'daki üstünlügünün sona erdigini bir anlamda kabul ediyordu. Her ne kadar ele geçen topraklar bu anlasmayla Osmanlida kaliyorsa da, artik iki devletin "esit" sayildigi hükme baglanmisti. XVI.yüzyil baslarindan itibaren Avusturya ve Iran'la girilen uzun savaslar, ehliyetsiz idareciler, liyakatin yerini iltimas ve rüsvetin almasi, buna bagli olarak devletin askerî ve iktisadî düzeninin temelini olusturan timar sisteminin bozulmaya baslamasi, devletin güç ve otoritesini, halkin huzur ve asayisini güvenligini sarsmistir. XVII. yüzyila girilirken bu olumsuz sartlar, anarsinin artmasina sebep olmustur. Merkez ve tasra teskilâtinda görülen bozulmalar, pek çok isyanin çikmasini ve dolayisiyla devlet nizaminin sarsilmasini beraberinde getirmistir. Bu isyanlari üç grupta toplamak mümkündür; Tasrada çikan Celalî Isyanlari, Eyalet isyanlari ve Istanbul merkezli kapikulu isyanlari. Celalî isyanlarinin en önemli sebepleri, yukarida da belirttigimiz gibi, devletin uzayan savaslara bagli olarak azalan gelirlerini karsilayabilmek için vergileri artirmasi, timar sistemindeki bozulmalar ve köylünün artan vergilere karsi huzursuzluklari idi. Halkin devlete olan güveninin sarsilmasi, isyancilarin gücünü daha da artiriyordu. Kalenderoglu, Karayazici, Deli Hasan gibi Celâlîlerin isyanlarina, medrese ögrencisi suhteler ve basibos leventlerin isyanlari da eklenince, devlet isyanlari bastirmada oldukça zorlandi. Bu isyanlar yüzünden özellikle Anadolu'da dirlik ve düzenlik kalmadigi gibi, iktisadî durum da oldukça bozulmustur. Yine bu otorite boslugu nedeniyle Erzurum ve Sivas gibi yerlerin valileri ile Yemen, Bagdat, Eflâk, Bogdan gibi bagli eyaletlerin yerli yöneticileri de isyan etmislerdi.
Istanbul'daki yeniçerilerin ulûfelerini zamaninda alamamalarini bahane ederek çikardiklari isyanlar dogrudan sarayi hedef almistir. Fesat yuvasi hâline gelen Yeniçeri Ocagi'ni düzenlemek isteyen II. Osman (1618-1622) yeniçerilerin hismina ugramis, isyancilar sarayi basmistir. Yeniçeriler, Genç Osman'i tahttan indirerek yerine, III. Mehmet'in kardesi I.Mustafa'yi getirmisler ve bununla da kalmayarak, Genç Osman'i Yedikule Zindanlarinda katletmislerdir. Bu olay yeniçerilerin bir padisahi tahttan düsürüp, katletmelerinin ilk örnegi olmasi açisindan dikkat çekicidir.
Yeniçerilerin basa geçirdigi I.Mustafa'nin bir yil sonra ölmesiyle, Osmanli tahtina IV. Murat geçer (1623-1640), genç padisah, hâkimiyetinin ilk on yilinda devlet idaresindeki inisiyatifi valide Kösem Sultan'a birakmis ve güçlenene kadar fesat çikaranlara karsi tedbirli davranmistir. Ancak saraydaki huzursuzluk ve Anadolu'da yeniden patlak veren isyanlarin tehlikeli boyutlara ulasmasi üzerine 1632'de duruma müdahale eden IV. Murat, kisa zamanda otoriteyi tesis etmistir. Sert tedbirlerle nifak çikaranlari, seyhülislâm ve kardesleri de dahil, öldürtmekten çekinmemis, bosalan devlet hazinesini yeniden çeki düzene koymustur. Toparlanan Osmanli Devleti, Bagdat'i ele geçiren Iran'a savas açti. IV. Murat, ünlü seferiyle Bagdat'i geri aldi (1638). Iran ile yapilan Kasr-i Sirin Antlasmasiyla (1639), bugünkü sinirlara yakin olan Türk-Iran siniri yeniden çizildi.
1640'ta, IV. Murat'in ölmesi üzerine yerine kardesi I. Ibrahim geçti(1640-1648).
Fakat onun sekiz yillik saltanatinda devlet her açidan kötülemeye baslamisti. Sonunda 1648 yilinda o da öldürüldü ve çocuk yastaki IV. Mehmet Osmanli tahtina çikarildi (1648-1687). Harem ve Yeniçeri Ocagi devlet islerine istedikleri gibi müdahale eder olmuslardi. Bu kötü gidis 1656'da Köprülü Mehmed Pasa'nin sadrazamlik vazifesine getirilmesine kadar devam etti.Köprülü Mehmet Pasa ve onun ailesinden olan diger sadrazamlar XVIII. yüzyil baslarina kadar Osmanli Devleti'nin idaresinde belirleyici bir rol oynamislardir. Köprülüler Devri olarak bilinen bu dönemde geçici de olsa bir istikrar saglanmis ve Osmanlilar son fetihlerini bu devirde gerçeklestirebilmislerdir. Köprülü Mehmet Pasa, içerde sükûneti sagladigi gibi, Venediklilerin eline geçmis olan Bozcaada ve Limni'yi geri alip, Çanakkale Bogazi'ni ablukadan kurtardi. Köprülü Mehmet Pasa öldügünde, padisah yine genis yetkilerle oglu Köprülü Fazil Ahmet Pasa'yi sadarete getirdi(1661). Erdel islerine karisan Avusturya'ya karsi baslatilan savasta Fazil Ahmet Pasa, Uyvar'i fethetti. Avusturya yapilan anlasmayla, Erdel ile Uyvar ve Neograt kalelerinin Osmanli hâkimiyetinde oldugunu kabul etti. Uzun süredir kusatilan, Venedik'in elindeki Girit, Kandiye Kalesi'nin düsmesiyle Osmanli hâkimiyetine girdi(1669). Lehistan'a yapilan sefer sonucunda Podolya da Osmanli topraklarina katildi (1676).
Büyük basarilara imza atan Fazil Ahmet Pasa'nin genç yasta ölmesi üzerine, IV. Mehmet, Köprülü'nün damadi Kara Mustafa Pasa'yi sadrazamliga getirdi(1676).
Kara Mustafa Pasa, Çehrin'i ele geçirdi (1678). Bu zaferden sonra, Ruslar, Dinyeper nehrinin saginda kalan topraklari Osmanlilara birakmak zorunda kaldiklari ilk anlasmayi Türklerle yapmistir (1681). Zaferlerin devami getirerek Osmanli'yi yeniden Avrupa'daki en genis sinirlara ulastirmak isteyen Kara Mustafa Pasa, Orta Macaristan'da, Katolik Avusturya'ya karsi isyan eden Protestan Macarlari himayesine aldi. Imre Tököli Osmanlilar tarafindan Orta Macaristan krali olarak tanindi. Mustafa Pasa, büyük bir orduyla Viyana'ya sefer düzenledi. Kanuni'nin ele geçiremedigi Avusturya'nin merkezi Viyana'ya karsi baslatilan bu ikinci sefer boyunca Osmanlilar hiçbir direnmeyle karsilasmadilar. 1683'te kusatma basladiginda, Avusturya imparatoru çoktan sehri terketmisti. Ancak kusatmanin uzun sürmesi, Lehistan ve Alman askerlerinin, sehrin imdadina yetismesiyle neticelendi. Iki ates arasinda sikisan Kara Mustafa Pasa, büyük bir bozguna ugradi. (12 Eylül 1683). Osmanlilar Belgrat'a kadar geri çekilmek zorunda kaldi. Viyana bozgunu, sadrazamin Belgrat'ta hayatina mal olmustu. Osmanli devletine karsi Avusturya, Lehistan, Malta, Venedik ve son olarak Ruslarin katildigi(1696) büyük bir ittifak olusturuldu. Osmanlilar dört cephede bu ittifaka karsi mücadele verdigi sirada, içte de huzursuzluk artmaktaydi. IV. Mehmet tahttan indirilmesiyle yerine II. Süleyman (1687-1691) , II.Ahmet (1691-1695) devirlerinde huzursuzluk devam etti. Bu dönemde yine bir Köprülüzade olan Fazil Mustafa Pasa, ordu ve maliyeyi düzene koymaya yönelik basarili icraatlerde bulunmus ise de ayni aileden Hüseyin ve Nu'man Pasalar, sadaret makaminda basari saglayamamislardi.
II. Mustafa (1695-1703), Viyana bozgunu ve ardindan gelen toprak kayiplarini önlemek amaciyla üç kez Avusturya'ya sefer düzenledi, ilk iki seferde kismen basari saglandiysa da son seferde Osmanli ordusu Zenta denilen yerde bozguna ugradi. Bunun üzerine Ingiltere'nin araya girmesiyle Osmanlilar, ittifak güçleriyle Karlofça Antlasmasi'ni imzalamak zorunda kaldi (26 Ocak 1699). 25 yil için geçerli olacak bu anlasma sonunda, Avusturya'ya Macaristan'in büyük bir bölümü ve Erdel, Venediklilere Dalmaçya kiyilari ve Mora, Lehistan'a ise Podolya ve Ukrayna birakiliyordu. Rusya ile yapilan üç yillik ayri bir anlasma ile de Azak Kalesi Ruslara terk ediliyor ve onlarin Istanbul'da daimî bir elçi bulundurmalari kabul ediliyordu. Karlofça Antlasmasi, Osmanlilarin toprak kaybiyla neticelenen simdiye kadar imzaladiklari en agir anlasma idi.
I.Edirne Vakasi adi verilen bir ayaklanma ile Osmanli tahtina III. Ahmet geçirildi (1703-1730). Rusya bu dönemde hem Dogu Avrupa hem de Karadeniz istikametinde topraklarini genisletme gayesini gütmekteydi. Poltova yenilgisinden sonra Osmanlilara siginan Isveç Krali XII. Sarl, iki ülke arasinda yeniden bir savasin baslamasi için bir vesile oldu. Bu savas ile Osmanlilar, Karlofça'da kaybettikleri topraklari tekrar kazanma firsatini bulacakti. Nitekim Prut'ta sikistirilan Ruslar (1711), anlasma yaparak, Azak'i terk etmek zorunda kaldilar. Karadag'da isyan çikartan Venedik'e karsi açilan savaslarda ise isgal altindaki Mora kurtarildi. (1715). Bu basarilar üzerine, siranin kendisine geldigini düsünerek harekete geçen Avusturya, Osmanlilari yenilgiye ugrattilar.
Temesvar ve Belgrat düstü. Osmanlilar Pasarofça Antlasmasini imzalayarak (1718), Temesvar ve Belgrad ile birlikte Küçük Eflâk ve Kuzey Sirbistan'i Avusturya'ya birakti. Dalmaçya kiyilarindaki bazi kalelerin Venedik'e terki mukabilinde Mora muhafaza edildi. Osmanlilardin Balkanlar ve Orta Avrupa seferleri için staratejik bir mevkiide olan Belgrat'in düsmesi, agir sonuçlar dogurmustur. Avusturya, Belgrat'tan Balkan içlerine sarkmakta daha basarili olacaktir.
Kaynak: Osmanli tarihi
Tarihçesi


Destana konu olan kral Gılgamış gerçekten yaşamış ve M.Ö. 27.yüzyılda Mezopotamya’daki Uruk kentinde hüküm sürmüştür. Ölümsüzlüğün ve bilginin peşindeki insanı yücelterek anlatan Gılgamış Destanı, Gılgamış'ın ölümünden bin yıl kadar sonra yazılmıştır ve günümüze kadar gelebilmiştir.

Gılgamış Destanı, Akat ve Sümer mitolojilerinde geçer ve Akat dilinde yazılmış tabletlerden oluşur. Bunlardan günümüzde 11 tablet bulunabilmiştir. Ama bu tabletler eksik olduğu için destan metninin bütünü elde edilememiştir. Aslında bir tablet daha bulunmuştur ancak olayların sırasına uymamaktadır ve bu yüzden ayrı bir versiyon olduğu düşünülmektedir. 1855’te Ninova’da yapılan kazılarda, Asur Kralı Asurbanipal’in M.Ö. 7. yüzyılda derlettirdiği tabletler bulunmuş, daha sonra Türkiye-İran sınırında ve Irak’taki Nippur antik kenti kazılarında bulunan tabletler de eklenmiştir. Ayrıca Türkiye’de Sultan Tepe ve Boğazköy’de yapılan kazılarda da destanın izi bulunmuşsa da henüz tümü gün ışığına çıkarılmamıştır.


Hikayesi

Tabletlerdeki metne göre destan, Gılgamış’ın özelliklerini övgüyle anlatarak başlar. Yarı insan, yarı tanrı olan Gılgamış karada ve denizde olan biten her şeyi bilen başarılı bir yapı ustası ve yenilmez bir savaşçıdır. Destanının, öbür bölümlerinde Gılgamış’ın başından geçen serüvenler anlatılır. Derinlemesine hikaye türünün en olağan üstü biçimde anlatıldığı Gılgamış akılların tamamen özgür ve doğaçlama melekesini gözler önüne sermektedir.

İlk serüven Gılgamış ile Gök tanrısı Anu arasında geçer. Halkına acımasız davrandığı için Gılgamış’a öfkelenen Anu, onu öldürmek için vahşi bir hayvan olan Enkidu’yu üzerine salar. Enkidu ile Gılgamış arasındaki savaşta Gılgamış üstün gelir. Daha sonra Enkidu Gılgamış’ın en yakın dostu ve yardımcısı olur.

Bunun ardından gelen serüven Gılgamış ile aşk tanrıçası İştar arasında yaşanır. İştar Gılgamış’a evlenme önerisinde bulunur. Gılgamış bunu red eder. Onuru kırılan İştar Gılgamış’ı öldürmek için yeryüzüne bir boğa gönderir. Gılgamış, Enkidu’nun da yardımıyla boğayı öldürür. Enkidu rüyasında, boğayı öldürdüğü için tanrılar tarafından ölüme mahkum edildiğini görür.

Destanın bundan sonraki bölümüyle ilgili tabletler bulunamamıştır. Ama, destanın devamının yer aldığı Gılgamış’ın Enkidu için yaktığı ağıtı, düzenlediği görkemli cenaze törenini, sonunda Enkidu’nun ölüler dünyasına göçtüğünü anlatan tabletler bulunabilmiştir.

Enkidu’nun ölümünü Tufan öyküsü izler. Tufan, yeryüzünün sularla dolup taşmasının öyküsüdür. Gılgamış destanında Tufan’ı tanrıça İştar ve Bel’in başlattığı anlatılır. Gılgamış, Tufan’dan kurtularak sağ kaldığını öğrendiği Utnapiştim’i bulmak üzere yola çıkar. Utnapiştim ölümsüzlüğün sırrını bilen bir bilgedir.

Utnapiştim’i bulan Gılgamış, onun verdiği ölümsüzlük otuyla gençliğine yeniden dönecek ve ölümsüzlüğe kavuşacaktır. Ama, destanının insanlar için en üzücü bölümü burada başlar. Çünkü Gılgamış ölümsüzlük otunu yemeye fırsat bulamadan onu bir yılana kaptırır ve Uruk’a eli boş döner. Bazı kaynaklar, Gılgamış’ın ölümsüzlük otunu halkıyla birlikte yemek istediğini belirtir. Destan, Gılgamış’ın ölüm karşısında yenilgisiyle biter.

Gılgamış destanı Nuh Tufanı'nın anlatıldığı ilk yazılı eserdir. Uruk kentinin kralı Gılgamış'ın yaşamını anlatan destan, kimilerine göre kutsal kitapların da kaynağıdır.

Çoğu tarihçi, tarihin, çivi yazısını bulan Sümerlilerle başladığını söyler. M.Ö. 4 bininci yılın ikinci yarısında Aşağı Mezopotomya'da yaşayan; Ur, Uruk, Kiş, Eridu, Lagaş ve Nippu gibi önemli kentler kuran Sümerlerden geriye, o dönemi yansıtan pek çok eser kalmıştır. Bunlardan belki de en önemlisi, içinde Nuh Tufanı'nın da anlatıldığı Gılgamış Destanı'dır. Sümer diliyle "Sha Nagba İmuru" yani "Her şeyi görmüş olan" Gılgamış, bugün Gaziantep'in Suriye'ye sınır ilçesi Karkamış'ın o dönemki adıyla, Uruk kentinin kralıdır.

İlk yazılış tarihi M.Ö. 2500-3000 yılları arasında olduğu tahmin edilen destan, Sümerce 12 tane kil tablete yazılmıştır. İlk yazılımın dışında destan, daha sonra Babil döneminde iki kez daha yazılmıştır. Toplam 2 bin 900 satır olduğu tahmin edilen destanın en önemli bölümleri eksiktir. Sadece yüzde 60'ı tam olarak bulunan şiir formatında yazılmış destanın bazı dizelerinin başı ve sonu yoktur. Destanın Sümerce yazımının anlaşılması oldukça zordur. M.Ö. 1800 yıllarında Babil kralı Hammurabi (M.Ö 1792-1750)zamanında tekrar yazılan Gılgamış Destanı'nın üç tableti bulunamamıştır. Destanın son yazılım tarihi tam olarak bilinemese de, son ozanının, Kassitler çağında yaşamış Sin Lekke Unnini adında bir sanatçı olduğu kabul edilmektedir.

Destanın kahramanı Uruk Kralı Gılgamış, dörtte üçü tanrı, dörtte biri insan olan bir varlıktır. Gılgamış halk tarafından çok sevilir ama, kral aynı zamanda sert, güçlü ve mağrurdur. Halk bu öfkeli kralın burnu biraz sürtülsün düşüncesiyle tanrılardan yardım ister. Dualar boşa gitmez ve tanrıça Aruru, yarı vahşi bir yaratık olan Enkidu'yu yeryüzüne gönderir. Enkidu destanın ikinci önemli karakteridir. Fakat Enkidu'nun kırlarda yaptığı kıyımlar Gılgamış'tan çok dilekte bulunan Uruk halkının başına bela olur. Gılgamış, Enkidu'yu yola getirmek için güzel bir ****** yollar ve ehlileşmesini sağlar. Kadının peşinden kente gelen Enkidu krallar gibi ağırlanır, güzel kokularla yıkanır, kentlilere özgün elbiseler giyer, oturup kalkma dersleri alır. Tanrının isteğinin aksine Gılgamış'la Enkidu çok iyi arkadaş olurlar.

Güçlerini sınamak için yola koyulan ikili, kendilerine hasım olarak, korkunç sesiyle bile insanları öldürebilen Sedir ormanının korucusu dev Huvava'yı seçer. Ancak devin gürleyişi karşısında Enkidu korkudan dona kalır. Gılgamış ise etkilenmez ve devi öldürür. Bunu gören tanrıça İştar, Gılgamış'a aşık olur. Fakat Gılgamış tanrıça İştar'ı, ****** gibi davranıp her önüne gelenle hatta hayvanlarla bile birlikte olduğu için aşağılar ve reddeder. Tanrıçanın intikam almak için Uruk kentine yaptığı saldırılar ise iki kahraman tarafından bertaraf edilir.

Günün birinde Enkidu ölüme yenik düşer. Dostunu yitirdiği için çılgına dönen Gılgamış, kendisinin de bir gün öleceği gerçeği ile karşılaştığından paniğe kapılır. Ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek için "tufan"ı yaşamış ve ölümsüzlüğe ermiş olan Utnapiştim'i görmeye gider. Utnapiştim, binbir zorlukla Mutlular Adası'ndaki evine gelen Gılgamış'ı geri çevirmez ve ona tufanı anlatır. Tanrılar bir tufan ile insanları yok etme kararı alırlar. Ancak Utnapiştim, tanrı Ea'nın uyarısı üzerine ailesini, çeşitli zenaat erbabını, hayvan ve bitki türlerini içine alacak yedi bölümden oluşan bir gemi inşa eder. Yedi gün, yedi gece süren ve yeryüzünün sularla kaplandığı tufan sonunda Utnapiştim'in gemisi Nisir Dağı'nın tepesinde karaya oturur.

Utnapiştim, Gılgamış'tan, genç kalmanın sırrının, denizin diplerinde bulunan bir bitkide olduğunu saklamaz. Kral sevinçle denizin diplerine dalar ve otu bulur. Ancak Gılgamış'ın yorgunluktan uykuya dalmasından yararlanan bir yılan, otu yutuverir. Destan, yılanların her bahar deri değiştirmesini bu olaya bağlamıştır. Ebediyen varolma şansını yitiren Gılgamış deliye döner. Çaresiz bir biçimde geldiği Uruk'ta artık Enkidu'nun ruhuyla kurduğu ilişkiden başka avuntusu kalmamıştır. Gılgamış, Enkidu'ya ölümden sonraki hayata dair yönelttiği sorularla biraz olsun teselli bulurken bilgeliğin dünyanın nimetlerinden yararlanmak anlamına geldiğini kavrar ve destan da sona erer
Ağırlık ve Ölçüler
Ağırlık ve Ölçülere ilişkin ilk sistemler eski Mısır ve Babil'de geliştirildi. Bunlar tarım ürünlerini tartmak, ekili arazileri ölçmek ve ticaret işlemlerini standartlaştırmak için gerekliydi. İ.Ö. 3500 dolaylarında teraziyi icat eden Mısırlıların standart tartı ağırlıkları, ayrıca cubit denen, yaklaşık 52 cm'ye eşit bir uzunluk ölçme birimleri vardı. Babil hükümdarı Hammurabi'nin İ.Ö. 1792-1750 arasındaki buyruklarını içeren "Hammurabi Yasaları" adlı belgede de, standart tartılardan, farklı ağırlık ve uzunluk birimlerinden söz edilmekteydi. Eski Yunanlılar ve Romalılar dönemlerine gelindiğinde, teraziler, ölçekler ve cetveller günlük yaşamın birer parçası haline gelmişti. Günümüzün ağırlık ve ölçü sistemlerinden İngiliz birimleri (ayak, libre) 1300'lerde, dünyanın büyük bölümünde benimsenen metrik sistemin birimleriyse (metre, gram) 1790'larda oluşturuldu.
Basımcılık
Basımcılığın başlamasından önce her kitabın nüshalarının, zahmetli bir çalışmayla tek tek elle yazılarak çoğaltılması gerekiyordu. Kitap basımına İ.S. VI. Yüzyılda Çinliler ve Japonlar öncülük ettiler. Bu iş için harf ya da işaretlerin ve resimlerin oyma kabartma halinde işlendiği kalıplar kullanılıyor, bir kağıt tabakası mürekkep sürülmüş kalıba bastırıldığında, oymanın kabarık kesimleri aracılığıyla hat ya da işaretler ile resimler kağıda geçiyordu. Basımcılıkta en büyük ilerleme, harf dizgisinin icat edilmesiyle sağlandı. Bu yöntemde küçük kalıplara işlenmiş harfler satır halinde dizilebiliyor ve daha sonra sökülüp yeniden kullanılabiliyordu. Gene Çinlilerin XI. Yüzyılda buldukları harf dizgisi, Avrupa'da ilk olarak XV. yüzyılda kullanıldı. Bu gelişmenin en önemli öncüsü Johannes Gutenberg, harf dizgisini ucuz ve çabuk uygulamayı sağlayan tipo baskı tekniğini geliştirdi. Gutenberg'in 1430'ların sonlarındaki çalışmalarından sonra, bu tekniğe dayalı basımcılık Avrupa'nın her yanına hızla yayıldı.
Buhar Makinesi
Buharın sağladığı güç, insanları yüzyıllarca büyüledi. Eski Yunan bilginleri İ.S. 1. Yüzyılda buharın insanlar tarafından kullanılabilecek bir enerji taşıdığının farkına vardılarsa da, eski Yunanlılar aygıtları işletmek için buhar gücünden yararlanmayı denemediler. İlk buhar makineleri XVII. yüzyıl sonlarında Worcester markisi ve Thomas Savery gibi mühendisler tarafından tasarlandı (Savery'nin makinesi, maden ocaklarındaki suyu dışarı pompalama amacına yönelikti). Gerçek anlamda kullanışlı ilk buhar makinesinin tasarımcısı Thomas Newcomen, 1712'de ilk makinesini yaptı. İskoç alet yapımcısı ve mucit James Watt da, buhar makinesinin daha da geliştirdi. Yaptığı makinelerde buhar ana silindirin dışında yoğunlaştırılıyor, silindiri sırayla ısıtıp-soğutma gereğini ortadan kaldıran bu düzenleme, ısı tasarrufu sağlıyordu. Ayrıca fabrikalarda ve maden ocaklarında, pistonu harekete geçirmede buhar gücünden yararlanılması da, makinelerin verimliliğini artırdı (yeni buhar makineleri çok geçmeden fabrikalar ve maden ocakları için önemli bir enerji kaynağı haline geldi). Sonradan boyutların küçültülmesi ve basınç düzeyinin yükseltilmesi gibi yenilikler, buhar makinesinin lokomotiflerde ve gemilerde de kullanılmasını başlattı.
Dolmakalem ve Mürekkep
Günümüzden yaklaşık 7.000 yıl önce, Ortadoğu'daki Bereketli Hilal'de tarımın gelişmesiyle, yazılı kayıtlar tutma zorunluluğu ortaya çıktı. Babiller ve eski Mısırlılar taşların, kemiklerin ve kil tabletlerin üstüne simgeler (çivi yazısı) ve basit resimler (hiyeroglif) kazıyarak yazı yazarlar, bu kayıtları toprak işleme ve sulama haklarını belirlemek, hasat ürünlerinin dökümünü çıkarmak, vergi tutarlarını belgelemek, hesapları yapmak için tutarlardı. Başlangıçta kullandıkları yazma aracı basit çakmaktaşıyken, daha sonra bunun yerini ucu yontulmuş çubuk aldı. İ.Ö. 1300'e doğru Çinliler ve Mısırlılar, kandillerde yakılan yağdan çıkan isi suyla ve bitki zamklarıyla karıştırma yoluyla hazırlanan mürekkebi buldular. Ardından, aşıboyası gibi toprakta bulunan boyarmaddeleri katma yoluyla, çeşitli renklerde mürekkepler yapmayı öğrendiler. Ortaçağ'da basımcılıkta kullanılmaya uygun yağ türevli mürekkepler geliştirildi; ama yazı mürekkebi ve kurşunkalem gibi icatlar, ancak Yeniçağ'da gerçekleştirildi. Dolmakalem ve tükenmez kalem gibi daha yakın dönemlerin yenilikleri, yazı yazarken kalemi sürekli mürekkebe batırma ya da mürekkeple doldurma gereğini ortadan kaldırdı.
El Aletleri
Eski atalarımız günümüzden yaklaşık 3,75 milyon yıl önce ayakta durmayı öğrendiler ve çayırlarda yaşamaya başladılar. Yeni işlerde kullanılabilecek biçimde serbest kalan elleriyle, hayvan leşlerinden işe yarar şeyler çıkarmaya ve bitkisel yiyecekleri toplamaya yöneldiler. Zamanla bu işler için el aletleri geliştirdiler. Etleri kesip parçalamak ve kemikleri kırarak içlerindeki iliği çıkarmak amacıyla çakıllar ve taşlar kullandılar. Sonraları, daha iyi kesmeleri için, taşların kenarlarını yonttular. Yaklaşık 400.000 yıl kadar önce, çakmaktaşına biçim verilerek ilk baltalar ve mızrak uçları yapıldı; ayrıca, kemikler sopa ve çekiç olarak kullanılmaya başlandı. İnsanoğlu günümüzden yaklaşık 250.000 yıl önce de ateşi buldu. Böylece yiyecekleri pişirebilecek duruma gelen yakın atalarımız, yaban hayvanlarını avlamak için el aletleri yarattılar. Tarım yapmaya başladıklarında da, daha farklı aletlere gereksinme duydular.
Enerjiden Yararlanma
Tarihin başlangıcından bu yana insanlar, daha kolay ve daha verimli iş yapmalarını sağlayacak enerji kaynakları aradılar. Bu yönde atılan ilk adım vinç ve ayak değirmeni gibi makineleri kullanma yoluyla insanın kas gücünün daha etkili duruma getirilmesi oldu. Çok geçmeden at, katır, öküz gibi hayvanların kas gücünün insanınkinden çok daha büyük olduğu anlaşılınca hayvanlar ağır yükleri çekmek ve değirmenlerde çalışmak için eğitildi. Zamanla rüzgar ve sudan da enerji kaynağı olarak yararlanılabileceği öğrenildi ve ilk yelkenli gemiler günümüzden yaklaşık 5.000 yıl önce Mısır'da yapıldı. Romalılar, İ.Ö. 1. Yüzyılda tahıl öğütmek için su değirmenleri kullanmaya başladılar. Su enerjisi daha sonra da önemini korudu ve günümüze kadar yaygın biçimde kullanıldı. İnsanların tahıl öğütmede daha verimli bir yöntem bulmaya yönelmesiyle ortaya çıkan yeldeğirmenleri, Ortaçağ'da Avrupa'da adım adım batıya doğru yayıldı.
Eve Dönük İcatlar
Elektrik üretme yöntemi 1831'de ABD'li bilim adamı Michael Faraday (1791-1867) tarafından bulunduysa da, elektriğin evlerde kullanılması, ancak yıllar sonra gerçekleşti. Önce fabrikalar ve büyük şirketler, kendi jeneratörlerini kurarak, aydınlanmada elektrikten yararlandılar. Telli (filamanlı) elektrik ampulü, 1879'da piyasaya sürüldü ve ilk büyük elektrik santralı 1882'de New York kentinde kuruldu. Zamanla insanlar elektrikli ev aletlerinin ev işlerinde nasıl kolaylık sağladığını gördüler ve ilk vakumlu süpürge gibi mekanik aletlerin yerini, daha verimli elektrikli aletler aldı. Batı toplumlarının orta sınıflarında ev işleri için hizmetçi çalıştırma alışkanlığının gerilemesiyle birlikte, daha az emek gerektiren aletler hızla yaygınlaştı. Mutfak mikserine ve saç kurutma aygıtına 1920'lerde elektrikli motor takıldı. Elektrik akımının ısıtıcı etkisinden yararlanmaya dayanan elektrikli çaydanlıklar, mutfak fırınları ve ısıtıcılar da aynı dönemde ortaya çıktı. Bu aygıtlardan bazıları, günümüzde kullanılanlara çok yakın biçimde tasarımlanmıştı.
Fotoğrafçılık
Fotoğraf makinesinin icat edilmesi, ilk kez her türlü nesnenin aslına uygun görüntüsünün kısa sürede elde edilmesini sağladı. Bu icat optik ile kimyanın bileşimi sonucunda gerçekleştirildi. Güneş'in görüntüsünün bir perdeye düşen izdüşümü, İ.S. IX. Yüzyılda Arap gökbilimcileri tarafından (onlardan önce de Çinliler tarafından) incelenmişti. XVI. yüzyılda Canaletto gibi İtalyan ressamları düzgün çizim yapmalarına yardım eden mercekler ve camera obscura (karanlık kutu) gibi araçlar kullanıyorlardı. Alman anatomi profesörü Johann Heinrich Schulze, 1725'te, cam şişe içindeki gümüş nitrat çözeltisinin güneş ışığı altında kaldığında siyah renge döndüğünü fark etti. 1827'de, metal bir levhanın ışığa duyarlı bir maddeyle kaplanmasıyla, ilk kez bir nesnenin kalıcı görsel kaydı gerçekleştirildi.
Hesaplama
İnsanlar çok eski zamanlardan başlayarak sayı saymayı ve hesap yapmayı öğrendilerse de, hesaplama ancak mal alım satımının başlamasıyla büyük önem kazandı. Sayma ve hesaplama işlemlerinde parmaklar dışında kullanılan ilk yardımcı araçlar, birden ona kadar sayıları temsil eden küçük çakıl taşlarıydı. Mezopotamyalılar günümüzden yaklaşık 5.000 yıl önce, toprağı kazarak içine çakıl taşlarının koyulabileceği bir dizi dik oluk açtılar: Çakıl taşlarının bu olukların birinden öbürüne aktarılmasıyla basit hesaplar yapılabiliyordu. Daha sonraları Çin'de ve Japonya'da yüzleri, onları ve birimleri temsil eden boncuk sıralarından oluşan abaküs (ya da abakus, abak) kullanıldı. Bunu izleyen atılımlar çok uzun bir aradan sonra, ancak XVII. yüzyılda logaritma cetveli, sürgülü hesap cetveli ve basit mekanik hesap makinesi gibi yardımcı hesap aygıtlarının icat edilmesiyle gerçekleştirildi.
Milli Mücadelede Mahalli Ayaklanmalar



1919 YILI AYAKLANMALARI

Ali Batı Ayaklanması (11 Mayıs-18 Ağustos 1919)

Midyat bölgesinde aşiret reisi olan Ali Batı, Mondros Mütarekesi’nden sonra Cizre, Nusaybin, Savur, Mardin dolaylarında İngilizler’den aldığı destekle bir Kürt devleti kurmak için harekete geçti. Bölgedeki bazı aşiretleri de hakimiyetine alan Ali Batı 11 Mayıs’ta Nusaybin’e geldi. Kaymakam ve 24. Alay Komutanı kendisine yaptığı işin yanlış olduğunu söyleyerek nasihatte bulundular. Ancak nasihatleri dinlemeyen Ali Batı hapishanedeki tuktukluları serbest bıraktı,halktan para toplamaya başladı.

Nasihatlarla yola gelmeyen Ali Batı üzerine kuvvet gönderildi. Yapılan çarpışmada Ali Batı öldürüldü ve isyan bastırıldı. (18 Ağustos 1919)

Birinci Bozkır veya Zeynelabidin Ayaklanması (27 Eylül-4 Ekim 1919)

Konya’da İkinci Ordu müfettişi olarak görev yapan Mersinli Cemal Paşa’nın Konya’dan ayrılması üzerine, Konya valisi Cemal Bey İstanbul hükümetinin bir valisi olarak Milli mücadeleye karşı tavır alarak hapishanedeki eşkiya ve katilleri serbest bırakarak silahlandırmış ve İtalyan işgal kuvvetleriyle de temasa geçerek milli mücadeleye destek veren halkı sindirmeye çalışmıştır.

Valinin bu tutumu üzerine Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal Paşa Albay Refet Bey’i Konya’ya gönderme kararı aldı. Konu ile ilgili olarak Mustafa Kemal Paşa Nutuk’ta şu bilgileri vermektedir.

“Konya’da vali bulunan Cemal Bey, Ferit Paşa kabinesinin Anadolu’da önemli bir dayanak noktası haline geldi. Konya’da ordu müfettişi olan Cemal Paşa’nın İstanbul’a gidip gelememesi, orada bulunan Kolordu komutanı Selahattin Bey’in kararsızca davranışları ve en sonunda habersiz İstanbul’a çekilip gitmesi, Konya ve dolaylarını Vali Cemal Bey’in hükmü altında bırakmıştı. Oraya, gayeyi yakından anlamış olan bir kimsenin gönderilmesine ihtiyaç vardı. Sivas’ta yanımızda bulunan Refet Bey’in gönderilmesi uygun görüldü.”

Konya halkı bu haberi duyunca Vali Cemal Bey aleyhine harekete geçti. Hayatının tehlikede olduğunu anlayan vali 27-28 Eylül 1919 gecesi İstanbul’a kaçtı. Halk Mehmet Vehbi Efendi’yi vali vekili seçti.

Konya’da bu gelişmeler olurken Millî Mücadeleye karşı ilk kıpırdanma hareketlerinden biri Bozkır’da meydana geldi. Bozkır’da ortaya çıkan olayın tertipleyicisi Bozkırlı Zeynelabidin ve arkadaşlarıdır. Bu şahıs hem Vali Cemal Bey hem de İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurucularından olan İngiliz papazı Frew (Fru) ile yakın temas halindeydi. Bunların kışkırtmaları sonucunda 27 Eylül 1919’da Kürtoğlu Musa, Bademli Hacı Halil, Güzel Çavuş etraflarına topladıkları insanlarla Bozkır’a girerek jandarmaların silahlarını aldıktan sonra askerlik şubesinin depolarındaki silah ve cephaneleri de almışlardır. Asilerle çarpışma 28 Eylül günü Seydişehir’deki süvari bölüğünden gelen askerlerle gerçekleşmiş ve mevcut kuvvetlerin yetersiz olması sebebiyle asiler duruma hakim olmuşlardır. Bunun üzerine asilere nasihat heyeti gönderilmiş ve Bozkır’a milli kuvvetlerin gönderilmeyeceği garantisi verilerek isyancıların dağılmaları sağlanmıştır. 4 Ekim 1919’da asiler dağılmışlardır.

Bozkır’da İkinci Zeynelabidin Ayaklanması (20 Ekim-4 Kasım 1919)

Zeynelabidin’in teşviki ile yapılan Bozkır’daki birinci ayaklanmanın bastırılmasından 16 gün sonra Zeynelabidin yetmiş kadar silahlı ve ikiyüz kadar silahsız insanla ayaklanarak Bozkır yakınlarına geldi. Kaymakamdan milli kuvvetlerin Bozkır’a gelmemesini istedi. Bozkır kaymakamı durumu valiliğe bildirince; valilik bunların dağılmasını istedi. Zeynelabidin vilayetin isteğini yerine getirmeyerek Bozkır’a girdi. Telgraf hatlarını kesen asiler memurları da ilçe dışına çıkardılar. Yarbay Arif Bey’in komutasındaki kuvvetlerle asiler arasında Kızılkuyu’da, Apa’da, Dinek’te çarpışmalar meydana geldi. Asiler yenilgiye uğrayarak dağlara kaçtılar.
Birinci Anzavur Ayaklanması (1 Ekim-25 Kasım 1919)

Sivas Kongresi’nden sonra milli cemiyetlerin birleştirilmesi ve Temsil Heyeti’nin başına Mustafa Kemal Paşa’nın seçilmesi hem İngilizler’in hemde İstanbul Hükümetinin Millî Mücadele aleyhine olan faaliyetlerini hızlandırdı. Milli hareketi söndürmek ve harekete destek veren halkı sindirmek amacıyla Ahmet Anzavur Biga’da harekete geçirildi. Aslen Bigalı olan Anzavur binbaşılıktan emekli olmuş, saray ve hilafete bağlı, onların dediğini yapan bir kukla idi.

Anzavur Ayvalık bölgesinde Yunanlılarla savaşıldığı bir sırada İngilizlerin isteği ile Biga, Gönen, Manyas bölgesinde yaşayan Çerkezleri ayaklandırmak için harekete geçti.

Anzavur 12 Kasım 1919’da Susurluk’a geldi. Yunanlılar’la savaşacağını söyleyerek kışladaki silah ve cephanlere el koydu. Anzavur’un bu ihaneti üzerine 61. Tümen komutanı Albay Kâzım Bey Demirkapı sırtlarında Anzavur kuvvetleriyle çarpıştı ve onu yenilgiye uğrattı.

15 Kasım 1919’da yenilgiye uğrayan Anzavur’u bölgeden tamamen temizlemek için Çerkez Ethem Bey görevlendirildi. Gönen’e kaçan Anzavur’u takip eden Ethem Bey 25 Kasım 1919’da Gönen’e gelince Anzavur Bayramiç köyüne buradan da Manyas tarafına çekildi. Anzavur ihanetine 1920 yılı başlarında da devam edecektir.

Şeyh Eşref Ayaklanması (26 Ekim-24 Aralık 1919)

Şeyh Eşref Bayburt bölgesinde isim yapmış ve kurduğu tarikat vasıtasıyla Erzurum ve Sürmene bölgesine kadar etkisini genişletğmiştir. Bayburt’un Hart köyünde oturan Şeyh Eşref’i Erzurum valiliği kaymakam yoluyla Erzurum’a çağırmış; ancak Şeyh hükümetin bu emrine uymamış müritlerini silahlandırarak halka korku ve dehşet saçmağa başlamıştır.

Şeyh “Şeriat sahibi olduğunu, Allah tarafından gönderildiğini ve bütün kainatla harp edeceğini” etrafa dağıttığı bildirilerle ilan eder ve Cuma günü de adına hutbe okutur. 24 Aralık 1919 tarihinde Hart’a askeri kuvvet gönderildi. Şeyh ve ailesi çarpışmalarda ölünce diğer asiler teslim oldular.

İkinci Anzavur Ayaklanması (16 Şubat-16 Nisan 1920)

Millî Mücadele’ye karşı ihanet odaklarının faaliyetleri 1920 yılında da devam etti. Özellikle Osmanlı Mebusan Meclisi’nde alınan “Misak-ı Millî” kararları İngilizler başta olmak üzere İtilaf Devletlerini harekete geçirdi ve İstanbul işgal edildi, Meclis dağıtıldı. Milletvekillerinin bir kısmı tutuklanarak Malta adasına sürgün edildi, bir kısmı da Ankara’ya geldi. Mustafa Kemal Paşa’nın Temsil Heyeti Başkanı olarak Milli Mücadele’nin yürütülmesindeki kararlı tutumu millî hareket aleyhine olanları harekete geçirdi ve isyanlar tekrar başlatılarak hem kardeş kardeşe düşürüldü; hemde millî kuvvetlerin teşkilatlanması önlenmek istendi. Bu amaçla Ahmet Anzavur tekrar harekete geçirildi.

Bu arada Biga kaymakamı Köprülü Hamdi Bey Fransız askerleri korumasında olan Gelibolu yarımadasındaki Akbaş cephaneliğini basarak silah ve cephaneleri Yenice’ye taşıtmıştı. Biga’da Millî hareketi bilinçlendirmeğe çalışan Hamdi Bey; halka baskı yapanlara da fırsat vermiyordu. Mesela halktan zorla para toplayan Kara Ahmed’i ve adamlarını tutuklayıp cezaevine koymuştu.

Milli kuvvetleri güçlendirmek için Hamdi Bey gönüllü gençğlerden birlikler oluşturmaya çalıştı. Kendisine destek için emrine 190. Alayın 2. Taburu da verildi. Milli kuvvetlerin ihtiyaçlarının giderilmesi için halktan para toplanması isteğine Pomaklar karşı çıktılar. Bundan istifade eden İngilizler de hemen ihanet şebekeleriyle temasa geçtiler. Özellikle Ahmet Anzavur’u tekrar Milli Kuvvetler aleyhine harekete geçirdiler.

Anzavur Çerkez köylerini dolaşarak halkı isyana çağırdı. Bu propagandaların sonunda Pomakların başına geçen Gâvur İmam; Çerkezlerin başına geçen Şah İsmail topladıkları silahlı, baltalı, bıçaklı binikiyüz kadar kişiyle 16 Şubat 1920’de Biga’ya saldırdılar. Kışlayı basan asilere karşı fazla direnemeyen Pomak asıllı askerleri dağılınca Biga kolayca isyancıların eline geçti. Biga’daki olayları duyan Anzavur 17 Şubat 1920’de buraya gelerek isyanın başına geçti. Asiler Hamdi Bey’in yakın arkadaşı ve destekleyicisi Kâni Bey’i, Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey’i ve Üsteğmen Rıza Bey ile üç eri şehit ettiler.

Kaymakam Hamdi Bey Yenice’deki cephaneliğin isyancıların eline geçmesini önlemek için Yenice köyüne hareket etti. Eminoba köyüne geldiğinde köylülerce tanınan Hamdi Bey Biga’ya götürülürken yolda öldürüldü. Hamdi Bey ile öldürülen diğer vatanseverlerin cesetlerini Belediye binasının bahçesine attılar ve buraya gelen İngiliz subaylarına gösterdiler.Yaptıkları ihanetin karşılığını almak için Şah İsmail İngiliz subaylarıyla birlikte İngiliz gemisine gider ve 5000 İngiliz altını ile geri gelir.

İsyanın bastırılması için Balıkesir’de bulunan 61. Tümen komutanı Albay Kâzım Bey, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile birlikte topladığı gönüllüleri ve Demirci Efe kuvvetleri Çerkez Ethem emrine verildi. Ethem Bey isyanı bastırmakla görevlendirildi.

Susurluk-Gönen hattında Yahyaköy mevkiinde yapılan çarpışmalarda Anzavur yenilerek Karacabey’e, oradan da İngilizlere sığındı ve İstanbul’a kaçtı (19 Nisan 1920).
Kuva-yı İnzibatiye Harekâtı

16 Mart 1920 tarihinde İtilaf Devletleri tarafından İstanbul resmen işgal edilmiş ve işgali takiben Damat Ferit Paşa tekrar sadrazamlık makamına getirilerek hükümeti kurmakla görevlendirilmişti. Damat Ferit iktidara geçer geçmez Milli Mücadele aleyhindeki var olan tutumunu daha da hızlandırmış ve İngilizlerden aldığı destekle düzenli bir askeri birlik kurmuştur ki bu kuvvet “Kuvayı İnzibatiye” adıyla tarihe geçmiştir. Kuvayı İnzibatiye’nin kuruluş amacı 18 Nisan 1920 tarihli İstanbul hükümetinin çıkardığı kararnamede şöyle belirtiliyordu. “Devlet yasalarını uygulayan hükümet memurlarını zor kullanarak görevini yapmaya engel olan ve Kuvayı Millîye adını taşıyan eşkiyaları tepelemek için Kuvayı İnzibatiye, devletin silahlı kuvvetidir. Bu kuruluş Harbiye ve Dahiliye Bakanlıklarına bağlı olacaktır.”

Kuvayı İnzibatiye kuvvetinin idaresi de Sadrazam Damat Ferit tarafından yürütülüyordu.

Kuvayı inzibatiye kuvvetlerinin başına Süleyman Şefik Paşa ile Ahmet Anzavur getirilmişlerdi. 17 Mayıs 1920 günü Anzavur Geyve istasyonuna hücum etti. Ali Fuad Paşa komutasındaki milli kuvvetlerden darbe yiyen Anzavur kuvvetleri dağılarak İzmit’e çekildiler. Anzavur, kuvvetlerine harcayacak parası kalmadığını ileri sürerek İstanğbul’a döndü.

Ali Fuad Paşa Kuvayı İnzibatiye kuvvetlerini yakın takibe aldığından 14 Haziran 1920’de Hereke ve Gebze üzerine kuvvet gönderdi. Kuvayı İnzibatiye kuvvetleri yenilgiye uğratıldı. Bölgedeki İngiliz askerleri de Millî Kuvvetlerle bir çatışmayı göze alamadı.

Neticede Millî Kuvvetleri yok etmek amacıyla kurulan Kuvayı İnzibatiye kuvvetleri başarıya ulaşamadı ve Harbiye Nezareti 25 Haziran 1920’de Kuvayı İnzibatiye birliklerini dağıtmak zorunda kaldı.

Birinci Düzce Ayaklanması (13 Nisan-31 Mayıs 1920)

Marmara bölgesinde ortaya çıkan ayaklanmalarda İngilizlerle İstanbul hükümetinin tertipleri ve kışkırtmaları etkili olmuştu. Millî hareket aleyhine yapılan bu ayaklanmaları çıkaranlar yıllarca Türk milletiyle birlikte yaşayan ve ‚arlık Rusyasının baskıları sonucunda Türkiye’ye göç etmiş olan Kafkas kökenli Çerkezler ve Abazalardı. Müslüman Türk halkını birbirine kırdırmak isteyen iç ve dış ihanet odakları bu isyanları tertiplemişlerdi. Düzce’ye hakim olan asiler Berzek Sefer’i Düzce kaymakamı, Maan Ali’yi jandarma komutanı, Koç Bey’i Belediye Başkanı yaptılar. Düzce, Beypazarı, Göynük, Gerede, Hendek, Safranbolu gibi yerlerde etkili olan isyancıların sloganları da Millî Mücadele’ye karşı tavır aldıklarını gösteriyordu. İşte kullandıkları sloganlardan bazıları:

“Ahali ve Padişah nerede ise biz de oradayız”.

“İstanbul’un ve padişahın emirlerini dinlemeyen Ankara’yı dinlemeyiz.”

Padişahımızın fermanı olmadan silah altına asker alınamaz.”

“İslâmın islâma karşı kavgaya sürüklenmesine razı olamayız.”

“Biz padişahı isteriz.”

İsyancılar 18 Nisan 1920’de Bolu’yu da işgal ettiler. İsyanın genişlemesi üzerine Ankara hükümeti Trabzon Milletvekili Hüsrev (Gerede) Bey başkanlığında bir nasihat heyetini Bolu’ya gönderdi. Ancak asiler tarafından rehin alındılar. Asiler hareketlerine devam ettiler.

İsyanın bastırılması için Çerkez Ethem, Binbaşı Nazım, Kaymakam Arif, Binbaşı İbrahim, Ali Fuat Paşa ve Refet Bey emrindeki birlikler isyan bölgesinde asilerle mücadeleye başladılar. 25 Nisan’da Beypazarı, 2 Mayıs’ta Göynük alındı.

İsyancılara moral vermek isteyen Sadrazam Damat Ferit Paşa ise İzmit’e geldi.

Diğer taraftan isyanı bastırmakla görevli Kuvayı Millîye kuvvetlerinden Çerkez Ethem emrindeki kuvvetler 23 Mayıs’ta Sapanca ve Adapazarı’nı alarak asilerin ileri gelenlerini cezalandırdı. Çerkez Ethem kuvvetleri 26 Mayıs’ta Düzce’ye girdi. Ayaklanmayı çıkaranlar ve yönetenler idam edilerek Düzce isyanı bastırılmış oldu.
Yenihan (Yıldızeli)’da Postacı Nazım ve Zile Ayaklanması 14 Mayıs-12 Haziran 1920

Yıldızeli-Sivas posta nakliyat işlerini yürüten Postacı Nazım, işinde iflas etmiş ve adını değiştirerek bölgenin köylerinde dolaşmaya başlamıştır. Çerkez Kara Mustafa’yı da yanına alan Postacı Nazım yediyüz kadar taraftarıyla halkı isyana kışkırtmıştır. İsyana halkın katılmasında yapılan yalan yanlış propagandanın da tesiri olmuştur.

Meselâ Anzavur ayaklanmasının bastırılması sırasında birçok Çerkez köyünün yakılıp yıkıldığı haberi Milli mücadele’ye düşman İstanbul basını tarafından yalan haber olarak yayılmış ve bu haberler halkın Kuvayı Milliye aleyhine hareket etmesinde etkili olmuştur. 14 Mayıs 1920’de Yenihan’da başlatılan ayaklanma Zile’ye geçmiştir. 6 Haziran 1920’de Zile’yi basan asiler jandarmalara saldırdılar. Zile müftüsü de isyana destek verince Yenihan olayı Zile ayaklanmasına dönüştü. İsyan kısa zamanda çevre köylere de yayıldı. Kuvayı Milliye’yi destekleyen Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin üyesi olan vatansever milliyetçilerin evlerini yağmalayan asiler müftüyü kaymakam yaptılar. İsyanın bastırılması için beşinci Tümen görevlendirildi. Yarbay Cemil Cahit 11 Haziran 1920 de askeri kuvvetlerle Zile’ye geldi. İsyancıların teslim olmaları için saat onikiye kadar müddet verdi. Asiler teslim olmayınca çarpışma başladı ve bir gün sonra milli kuvvetler Zile’ye girdi. Asiler büyük kayıplar verdiler. İsyanı çıkaranlardan 22 kişi idam edildi. Ayaklanmayı çıkaran Postacı Nazım kaçtığı Samsun köylerinde yakalanarak idam edildi.

Cemil Çeto Ayaklanması (20 Mayıs-7 Haziran 1920)

İngiliz ve Fransızların kışkırtması ve desteklemesi sonucunda Kürt Teali ve Teavün Cemiyeti bölgedeki Kürt aşiretlerini ayrı bir devlet kurmak için devamlı olarak kışkırtıyor, Fransızlar ve İngilizlerin Mustafa Kemal Paşa hükümetini ortadan kaldıracakları propagandasıyla isyana teşvik ediyordu. Bu kışkırtmalar sonucunda Bahtiyar Aşireti reisi Cemil ‚eto Garzan’da 300 kadar silahlı adamıyla harekete geçti. Cemil ‚eto üzerine 20 Mayıs 1920’de 13.ncü Kolordudan ikinci tümen gönderilmiş ve onbeşgün kadar devam eden çarpışma sonucunda Cemil Çeto ve dört oğlu 7 Haziran 1920’de teslim olmuştur.

Yozgat’ta Çapanoğulları Ayaklanması (15 Mayıs-27 Ağustos 1920)

Yozgat ve çevresinde ayaklanma çıkaran Çapanoğulları Halife’ye ve Osmanlı hükümetine bağlılıklarını açıklamışlardı. Çapanoğulları gibi düşünen Yozgat Mutasarrıfı Necip Bey Heyeti Temsiliye tarafından verilen görevleri yapmayarak “Allah’dan ve padişahtan ve onların kanunlarından başka bir şey tanımadığını” ilan edince görevden alınmış ve yerine muhasebeci

Arif Bey getirilmişti. Meydana gelen bu değişiklikleri Kuvayı Millîye aleyhine kullanan Çapanoğlu Edip ve Celal ise Millî Mücadele’ye karşı olan Hürriyet ve İtilaf Partisinin üyesiydiler. Çapanoğulları Yozgatta etkili olan bir aileydi. Bunlar İstanbul’un işgalinin padişahın isteği ile olduğunu, Yunanlıların da geçici olarak işgallerde bulunduğunu propaganda ile Ankara’da toplanacak Meclis için mebus seçiminin kanuna aykırı olduğunu ve böyle bir halin padişaha karşı bir ayaklanmadan başka bir şey olmadığını söylüyorlardı. Çapanoğlu Celal otuz imza ile Meclis toplanmasının padişahın isteklerine ve kanunlara aykırı olduğunu Ankara’ya çektiği telgrafla da bildirerek ayaklanmanın ilk sinyallerini vermiş oluyordu.

Hürriyet ve İtilaf Fırkası üyesi olan Çapanoğulları Yozgat’ta yapılan at yarışlarına çevreden gelen kişileri de Kuvağyı milliye aleyhine teşkilatlandırıyor ve bu insanlar köylerinde, kasabalarında isyan için halkı kışkırtıyorlardı. Yozgat Mutasarrıfı da Çapanoğulları’na destek verenler arasındaydı.

Ethem Bey’e Genelkurmay Başkanlığınca 19 Haziran 1920 tarihinde asilerin dağıtılması ve kışkırtıcıların cezalandırılması görev ve yetkisi verildi. 20 Haziran’da Ankara’dan hareket eden Ethem Bey 23 Haziran sabahı Yozgat’a gelerek asilerle çarpışmaya başladı ve akşama doğru şehre hakim oldu. Milli Kuvvetlere karşı savaşan Ermenileri de cezalandıran Ethem Bey Alaca’ya yürüdü. 25 Haziran’da Alaca’dan asiler temizlendi.

Yozgat’ta çıkan ayaklanma böylece bastırıldı. Batı cephesinde Yunan saldırdıları ilerleyince Ethem Bey Yozgat’tan geri çağrıldı.

İkinci Yozgat İsyanı (5 Eylül-30 Aralık 1920)

Yozgat’ta Çapanoğulları tarafından çıkarılan isyan bastırılmış ve isyana katılanlardan bir kısmı affedilmelerini istemişlerdi. Affedilen bu insanlardan beşyüz kişilik bir “Akdağmadeni Alayı” kurulmuştu. Akdağmadeni Alayı adıyla gönüllülerden kurulan bu alay Batı cephesinde Yunanlılarla savaşmaya gönderilmek üzere Ankara’ya çağrıldı. Ankara’ya gitmek üzere Yozgat’a gelen Alaydan 49 kişi 5Ö6Eylül gecesi Kuvayı Milliye emrinde savaşmak istemedikleri için kaçtılar.

Zile ve Erbaa çevresinde yeniden ayaklandılar. Zile’ye bağlı Ortaköy bucağını, Amasya-Tokat arasındaki Çengelhan’ı yağmaladılar, Akdağmadeni ve Kırşehir çevresinde de ayaklanma belirtileri görüldü. Ayaklanmanın tehlikeli hal alması üzerine Eskişehir bölgesinde bulunan İkinci Kuvveği Seyyare, isyanı bastırmak üzere Yozgat’a gönderildi. Asilerle Akdağmadeni civarında yapılan çarpışmada isyancılar yenilgiye uğratıldı ve 30 Aralık 1920’de tamamen yok edildi.

Milli Aşireti Ayaklanması (1 Haziran-8 Eylül 1920)

Güneydoğu Anadolu’da Fransa, İngiltere ve Ermeni faaliyetlerinin artması, bölgede yaşayan Kürt aşiretlerini de kışkırtmaları sonucunda Milli Aşireti de ayaklanmıştır. Aşiret liderlerinden Mahmut, İsmail, Halil ve diğer şahıslar Fransız ve İngilizlerle temasa geçerek Siirt’ten Tunceli’ye kadar olan bölgeyi idareleri altına almak için harekete geçtiler.

Milli Aşireti’nin ayaklanmasının bastırılması için 13. Kolordu görevlendirildi. 18 Haziran 1920’de asilerle çarpışma başladı. Viranşehir bölgesine kadar saldıran asilere nasihat heyetleri gönderilğmiş ise de olumlu bir netice alınamadı. Fransız işgali altındaki bölgeden aldıkları “üçbin atlı ve develi ile bin kadar piyadeden ibaret bir kuvvetle” 25 Ağustos 1920’de Viranşehir asiler tarafından işgal edildi. Atatürk Nutuk’ta konuyu şöyle açıklar. “Asiler, aman dilemek maksadıyla geldiklerini söyleyerek o bölgedeki komutanlarımızı kandırarak tedbir almakta ihmale sevkettiler. Bu sırada, o civarda dağınık halde bulunan müfrezelerimize hücum ederek Viranşehir’i işgal ettiler. Haberleşme ve bağlantımıza engel olmak üzere de, o bölgedeki bütün telgraf hatlarını kestiler.”

Viranşehir’i işgal eden asiler devlete bağlı olan Karakeçili Aşireti mensuplarını öldürdükleri gibi, askerlerin, subayların mallarını da yağma ettiler.

Asilerin temizlenmesi için 13. Kolordudan Beşinci Tümen görevlendirildi. Devlete bağlı vatansever aşiretlerin de desteği ile isyancılar yenilerek güneye çöl tarafına kaçtılar.

İkinci Düzce Ayaklanması (19 Temmuz-23 Eylül 1920)

Bolu ve Düzce’de çıkarılan ayaklanmalar bastırılmış ve huzur sağlanmıştı. Ancak bu sırada Yozgat’ta Çapanoğulları ayaklanınca Ethem Bey ile Binbaşı İbrahim ‚olak emrindeki kuvvetler Yozgat’a gönderildi. Diğer taraftan Yunan kuvvetleri de Uşak ve Bursa yönünde ilerleyerek, Bursa’yı işgal ettiler. Yunan kuvvetlerinin ilerlemesi üzeriğne DüzceğBolu bölgesindeki Binbaşı Nazım Bey emrindeki kuvvetlerin önemli bir bölümü de cepheye gönderildi. Batıda Yunan saldırısı devam ettiği sırada dörtyüz kadar Abaza ve Rum harekete geçerek Nuhveren (Nüfren) ve Efteni çevresinde bazı olaylar çıkardılar ve Abazalar 8 Ağustos 1920’de Düzce’ye girerek kaymakam vekilini, jandarma komutanını, Düzce bölük komutanını, subay ve erleri tutukladılar. Asiler Düzce’ye hakim oldular. Kadı Kemalettin’i kaymakam vekili yaptılar.

İsyanın bastırılması için Düzce’ye kuvvet gönderildi. İsyanın Bolu’ya sıçramaması için de önlem alındı. Diğer taraftan Ali Fuat Paşa Abaza ileri gelenlerine aracılar göndererek ayaklanmadan vazgeçmelerini ve kan dökülmemesini istedi. Görüşmelerden olumlu sonuç alındı ve Abaza reisleri hükümetin emirlerine itaat edeceklerini bildirerek af dileğinde bulundular. 40 elebaşı tarafından imzalanan anlaşma metni 2 Eylül 1920’de Ankara’ya gönderildi. Ayaklanma daha fazla kan dökülmeden 23 Eylül 1920’de sona erdi.

Konya’da Delibaş Mehmed Ayaklanması (2 Ekim-15 Kasım 1920)

Bozkır’da Zeynelabidin tarafından daha önceleri çıkarılan ayaklanmalar Konya ve çevresinde bir huzursuzluk ortamı oluşturmuştu. Bozkır olaylarının yatışması, Büyük Millet Meclisi tarafından gönderilen nasihat heyetleri Konya halkı üzerinde Kuva-yı Milliye aleyhindeki tavırları ortadan kaldırmıştı. Ancak İtilaf Devletleri ve İstanbul Hükümeti Kuva-yı Milliyye aleyhindeki tavırlarını devam ettirdiklerinden Konya’daki bu huzur ortamını bozmak için tekrar harekete geçtiler. İngiliz Muhipler Cemiyeti üyesi Sait Molla ve Teali İslâm Cemiyeti üyesi Zeynelabidin Efendi Konya’da isyan çıkarmak için harekete geçtiler. İsyanda Rum ve Ermenilerle de işbirliği yapılması fikrini kabul ettiler. Zeynelabidin ve Molla Sait halka Milli Kuvvetler aleyhine, Meclis aleyhine propagandaya başlayarak Kuvayı Milliyenin İttihatçılardan oluştuğunu söyleyerek şunları söylemişlerdir:

“Bugün Ankara’da türeyenler, kendilerine millet ve memleket hâdimi ve halâskârı süsünü verenler, dün bütün varlığımızı eriten, kanımızı iliğimizi emen, İttihatçılardan başka kimseler değillerdir. Bunlar kendi keselerini dolduracaklar. O, bitmez tükenmez varlıklı yedi düvele, hiç bizim karşı koyacak kuvvetimiz var mı? Karşı geldikçe başımıza bu felaketler gelmektedir. Başımızda yedi evliya kuvvetinde bir Hakan, altı yüz senelik şerefli bir varlığa dayanan koskoca bir sultan var. O dilediğini ferman eder, bildiğini işler, bize böyle dikbaşlılık etmek, ileri geri sözler söylemek değil, elbette ki, o mübareğin her buyruğuna baş eğmek düşer. Bu Allah’ın emridir.”

Diğer taraftan Hürriyet ve İtilaf Fırkası üyesi olanlar da Kuvayı Milliye’nin köyleri soyduğunu, İzmir ve Batı vilayetlerini işgal eden ordunun Yunan ordusu olmadığını, burayı işgal eden kuvvetlerin Halife ordusu olduğu propagandasını yaptılar. Bu propagandalarla ortamı hazırlayan vatan hainleri Delibaş Mehmed ile temasa geçerek ayaklanmanın O’nun tarafından yapılmasını sağladılar.

2 Ekim 1920 günü Çumra’dan hareket eden Delibaş Mehmed İçeri Çumra’ya geldiğinde telgraf hatlarını kesti. Asiler ellerinde kılıç, sopa, kama, av tüfeği vb. aletlerle Konya’ya yürüdüler ve 3 Ekim’de şehre girdiler. Hükümet konağını işgal eden asilerle çarpışma akşama kadar devam etti. Hükümet konağını koruyan polis ve jandarmaların cephanelerini bittikten sonra Delibaş, hükümet binasına girdi. İsyancılar resmi binalar dışında Kuvayı Milliyeye taraftar olan vatanseverlerin evlerine de baskınlar düzenleyerek yağmaladılar. Mazlumzade Osman Efendi’yi vali seçtiler. Jandarma ve polis müdürlüklerine de istediği kişileri tayin ettiler.

Delibaş tarafından çıkartılan ve Konya çevresinde de yayılan ayaklanmanın bastırılması için Kolordu Komutanı Derviş Paşa ve İçişleri Bakanlığı görevini de yapan Albay Refet Bey görevlenğdirildiler. Asilerle yapılan çarpışmadan sonra 6 Ekim 1920’de şehre girilerek şehir asilerden temizlendi.
Pontus Faaliyetleri

Türkiye’yi parçalamak için yapılan faaliyetlerden birisi de Pontus Devleti kurma çalışmalarıdır. Samsun’dan Trabzon’a kadar Karadeniz bölgesinde Pontus Rum Devleti kurmayı amaçlayan bu faaliyetin gelişmesinde Merzifon’da bulunan Amerikan Koleji büyük rol oynamıştır. Kolej müdürünün desteği ile 1904 yılında “Pontus Cemiyeti” kuruldu. Bu cemiyeti destekleyen bir diğer Rum cemiyeti de “Mukaddes Anadolu Rum Cemiyeti” idi. Bu cemiyetler Ermenilerle birlikte çalışıyorlar va Türklere karşı müşterek hareket ediyorlardı. Ermeni ve Rum çeteleri Amerikan Koleji tarafından organize ediliyordu. Kolej müdürü Amerikalı White tarafından kaleme alınan mektup müslüman Türk milletinin ortadan kaldırılması için neler yapılması gerektiğini de açıklıyordu. İşte mektuptan parçalar:

“Hıristiyanlığın en büyük rakibi müslümanlıktır. Müslüman devletlerin en kuvvetlisi de Türkiye’dir. Bu hükümeti ve memleketi yıkmak için Ermeni ve Rum dostlarımızı yalnız bırakmamalıyız. Hristiyanlık için, Ermeni ve Rum dostlarımız tarafından birçok Hristiyan feda edildi. Bunlardan birçoğu müslümanlara karşı yapılan savaşlarda şehit oldular. Unutmayalım ki kutsal hizmetimizin sonuna kadar daha pek çok böyle şehit verilecek, Hristiyan kanı akıtılacaktır.

Alevilere de mezhep hususunda serbestlik tanırsak onlarda bize katılacaklardır. Bizim görevimiz bu fırsatı kaçırmamak, gerektiği gibi uygun hareket eylemektir.

Hristiyanlara şimdiye kadar görmüş oldukları zulümlere karşı, onların zekatını ödeyecek bir ruh aşılamalıyız. Biz bunu şimdiye kadar yaptık ve başarılı da olduk.”

Birinci Dünya Savaşı sırasında Rum çeteleri Bafra bölgesinde Boyalı, Türkmenler, Kasnakçı, Kuşkapanı, İnözü, Kuşaca, ‚iniler köylerini tamamen yaktılar.

Mondros Mütarekesinin imzalanmasından sonra ordunun terhis edilmesiyle birlikte hükümet otoritesi birçok yerde adeta yok olmuştu. Karadeniz Bölgesinde de İngiliz kuvvetleri yer yer işgal hareketlerine başlamıştı. Bu fırsattan istifade eden silahlı Rumlar Türk köylerini yakıp yıkmaya devam ettiler. Samsun bölgesinde yüzlerce Türk’ü öldürdüler, birçok kadına tecavüz ettiler, binlerce hayvanı gasp ettiler, yüzlerce köyü yakıp, yağma ettiler.

Çarşamba, Terme, Amasya bölgesinde de katliamlarına, yağmağlarına devam ettiler. Rum ve Ermeni çetelerinin yağmalama ve öldürme faaliyetleri Merzifon, Vezirköprü, Ladik, Gümüşhacıköy, Havza, Tokat, Erbaa bölgelerinde devam etti.